Ticari Hayat İle İlgili Dini Sorular

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut elit tellus, luctus nec ullamcorper mattis, pulvinar dapibus leo.
Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut elit tellus, luctus nec ullamcorper mattis, pulvinar dapibus leo.

İslam dini, alım satım akitlerinde kesin bir kâr haddi koymamış, bunu piyasa şartlarına bırakmıştır.

Konuyla ilgili olarak Allah Resûlü (s.a.s.), fiyatlar artmaya başladığında kendisinden bu duruma müdahale etmesi istendiğinde şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki, fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır.

Ben sizden herhangi birinin malına ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle o kimsenin hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem.” (Ebû Dâvud, İcâre, 15; Tirmizî, Bûyû’ 73)

Ayrıca Hz. Peygamberin (s.a.s.), kendisine kurbanlık bir koyun satın alması için para verdiği Hakîm b. Hizâm’ın bir dinara satın aldığı koyunu iki dinara satıp, sonra bir dinara bir koyun satın almasını (diğer bir rivayette bir dinara satın aldığı iki koyundan birisini bir dinara satmasını) kınamamış, üstelik ona hayır duada bulunmuştur (Ebû Dâvûd, Büyû’, 28; Tirmizî, Büyû’, 34).

Fakihler de bundan hareketle kâr haddinin eşyadan eşyaya fark edebileceğini, bu sebeple de kesin bir takdir yapılamayacağını söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâi’, V, 129). Bununla birlikte piyasada suistimaller olduğu, karaborsacıların devreye girerek halkı mağdur ettikleri, özellikle halkın zaruri ihtiyaçları sayılabilecek mallarda aşırı fiyat artışları yaşandığı durumlarda, kamu otoritesinin fiyatlara müdahale etme (narh koyma) yetkisi vardır (Merğînânî, el-Hidâye, VII, 226). Aşırı fiyatın tespitinde ise bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınır.

Dinimizce yenilmesi, içilmesi ve kullanılması haram kılınan içki, domuz eti, akıtılmış kan, leş ve putların (Maide, 5/3, 90; En’am, 6/145) satışı da yasaktır (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XXII, 378).

Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) genel bir ilke olarak şöyle buyurmuştur: “Allah Teala bir topluma bir şeyin yenilmesini haram kılmışsa, ondan elde edilecek kazancı da haram kılmıştır.” (Ebu Davûd, Buyû‘, 66)

Buradan hareketle fukaha; müslüman bir kimsenin haram kılınan şeyleri müslüman veya gayrimüslim bir kişiye satmasının caiz olmadığını ifade etmişlerdir. Zira alışveriş iki taraflı hukuki bir işlemdir. Buna göre taraflardan birisi için caiz olmayan hususun karşı taraf açısından caiz olmasıyla hüküm değişmez. Müslüman açısından ise bir alışverişin caiz olması, alışverişe konu olan şeyden yararlanmanın helal olmasına bağlıdır (İbn Mâze, el-Muhît, VI, 349).

Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), ashabına, ellerinde bulunan haram olan şeylerden faydalanmak için bunları gayrimüslimlere satma gibi bir yol göstermemiş, onların itlaf edilmesini talep etmiştir.

Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Yüce Allah ve O’nun Resulü; şarap (içki), leş, domuz ve putların satışını haram kıldı.” Kendisine, “Ya Rasulullah, ölmüş hayvanların iç yağları(nın satılması) konusunda ne dersiniz? Onlarla gemiler boyanıyor, deriler yağlanıyor, (kandillerde yakılmasıyla) insanlar aydınlanıyor”, dediler. Resûlullah (s.a.s.), “Hayır, haramdır” buyurdular.” (Buhari, Buyû‘, 112)

Başka bir rivayette de şöyle bir olay geçmiştir: “Bir adam Hz. Peygambere (s.a.s.) bir tulum şarap hediye etmiş, Hz. Peygamber, “Allah’ın bunu haram kıldığını biliyor musun?” diye sorunca adam “hayır” cevabını vermiştir. Adam da yanındaki birine bir şeyler fısıldamış, Hz. Peygamber, “Ona ne fısıldadın?” diye sorunca adam, “Şarabı satmasını emrettim” demiştir.

Bunu duyan Allah Resûlü “Onun içilmesini haram kılan (Allah), satılmasını da haram kılmıştır” buyurmuştur. Bunun üzerine adam, şarap tamamen akıp bitinceye kadar tulumun ağzını açmıştır.” (Müslim, Müsâkât, 12)

Sonuç olarak dinimizce haramlığı kesin hükümlerle sabit olan şeylerin gayrimüslimlere de olsa satışı caiz değildir. Böyle bir şey caiz olsaydı, Allah Resulü Müslümanlara haram olan şeylerin, kendilerince iktisadî değeri olan gayrimüslimlere satılmasına ve böylece değerlendirilmesine izin verirdi.

Dinimiz yapılan akitlerin, hiçbir şekilde tartışmaya meydan vermeyecek şekilde net ve belirli yapılmasına itina gösterdiği gibi, çıkması muhtemel anlaşmazlıkların çözümünde de elde net kanıtların bulunmasına önem vermiştir.

Tarafların akit sırasında bu işlem için dinen gerekli olan şartlara riayet etmemeleri ve öne sürdükleri şartları belgelememeleri, günümüz ticari hayatında karşılaşılan olumsuzlukların en önemli nedenlerindendir. İslam, alışveriş ve borçlanma işlemlerinin yazılmasını tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili olarak; “Ey inananlar, belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın…

Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir.” (Bakara, 2/282) buyrulması, ticari işlemlerin kayıt altına alınmasının önemine işaret etmektedir. Bir sonraki âyette ise, “Eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Allah’tan sakınsın.” (Bakara, 2/283) buyrularak diğer alanlarda olduğu gibi ticari alanda da güven duygusunun çok önemli bir unsur olduğu ve bunun kötüye kullanılmaması gerektiği mesajı verilmektedir.

Bakara suresi 282. ayetindeki borçlanma durumunda senet yapılması emri, ilim adamlarının büyük çoğunluğu tarafından zorunluluk olarak değil tavsiye olarak değerlendirilmektedir (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 431).

Ancak güven duygusunun, doğruluk ve dürüstlüğün olabildiğince zedelendiği günümüzde, ticarî işlem ve akitlerin kayıt altına alınması, karşılaşılabilecek anlaşmazlıklarda hukuki açıdan belge niteliği taşıyabilecek vasıtaların kullanılması önem arz etmektedir.

Bu bakımdan yapılan akitlerin yazılı hâle getirilmesi, dinî bir zorunluluk olmamakla beraber; tarafların Kur’an’ın tavsiyesine uyarak ticari iş ve işlemlerini kayıt altına almaları daha uygun olur.

Bir malın taksit sayısına göre, farklı fiyatlarla satışa sunulması caizdir. Mesela bir mal, peşin fiyatı bin liradan, altı ay vadeli fiyatı bin beş yüz liradan, bir yıl vadeli fiyatı da iki bin liradan olmak üzere değişik fiyat seçenekleriyle satışa sunulsa, müşteri de bu seçeneklerden birini tercih edip kabul etse yapılan bu alışveriş caiz olur.

Zira bu uygulamada satıcı, pazarlık sırasında peşin ya da farklı vadelere göre değişik ödeme seçenekleri ile malın fiyatını belirlemekte, alıcı da bunlardan birisini tercih edip kabul etmektedir. Böylece akit esnasında malın fiyatı taraflarca kesin olarak belirlenmiş olmaktadır.

Ancak, alıcı seçeneklerden birisini seçip kabul etmeden, “tamam aldım” der ve bu şekilde birbirlerinden ayrılırlarsa, akitte fiyat belirlenmediği için bu satış fasit olur (Serahsî, el-Mebsût, XIII, 7, 8; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, VII, 45).

Dinimize göre Müslümanın, verdiği sözü tutması, ahdine ve akdine sadakat göstermesi en önemli görevlerinden birisidir. Yapılan alım satım işi sözleşme ile birlikte kesinlik kazanır ve aşağıdaki durumlar dışında tek taraflı olarak feshedilemez:

a) Taraflar, karşılıklı rızalarıyla kurdukları akdi sebepli veya sebepsiz olarak feshedebilirler (Merğînânî, el-Hidâye V, 150-151). Hz. Peygamber (s.a.s.), alışverişini bozmak isteyen bir Müslümanın bu talebini kabul eden kişinin, Yüce Allah tarafından hatasının affedileceğini ve kıyamet günü sıkıntısının giderileceğini (Ebû Dâvud, İcâre, 18; İbn Mâce, Ticâret, 26) ifade etmiştir. Akdi karşılıklı rızayla sona erdirmenin bu şekilde gerçekleştirilebilmesi için malın akit esnasındaki şekliyle duruyor olması gerekir.

b) Alıcı veya satıcıdan birisinin ya da her ikisinin muhayyerlik (belirlenen süre içinde akdi devam ettirme veya feshetme) hakkı bulunursa, bu hakka sahip olan taraf süresi içerisinde akdi feshedebilir (Merğînânî, el-Hidâye V, 32).

c) Malda, piyasada değerini düşmesini gerektirecek bir kusur bulunması halinde, müşteri bu kusur nedeniyle akdi feshedebilir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 64 vd.).

d) Bir malı görmeden satın alan kişi malı gördüğünde, görme muhayyerliği hakkını kullanarak akdi feshedebilir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 52).

e) Malın tağrîr (aldatma) kasdıyla fahiş fiyatla satılması halinde müşteri akdi feshedebilir (Mecelle, md. 357).

Aşırı fiyatın ölçüsü İslam âlimleri arasında tartışılmıştır. Kimileri bilirkişinin tespit ettiği tahmini meblağların üst sınırını aşan bir fiyata satma ya da satın alma durumunu gabn-i fâhiş sayarken (Kâsânî, Bedâi’, VI, 30; İbn Nüceym, el-Bahr, I, 171) kimileri insanların çokça alıp sattıkları mallarda (urûzda) %5, hayvanda %10, taşınmaz mallarda %20’lik ve daha üstü farkı gabn-i fâhiş olarak kabul etmişlerdir. Mecelle bu görüşe göre düzenlenmiştir (Mecelle, md. 165). Günümüzde bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınmalıdır.

Müşterinin, görmeden satın aldığı bir malı, daha sonra gördüğünde, alışveriş akdini feshetme hakkı vardır. Bu hakka görme muhayyerliği denilir. Peygamberimiz (s.a.s.), “Görmediği bir şeyi satın alan kimse, onu gördüğü zaman muhayyerdir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 439; Darekutnî, es-Sünen, III, 382) buyurmuştur.

Ancak görme muhayyerliğinin sabit olması için akde konu olan malın, fesih işlemine elverişli durumda olması gerekir. Malın, buğday-arpa gibi tahıl ürünleri ve hiç kullanılmamış otomobilde olduğu gibi mislî (standart/sabit nitelikte) olması durumunda tek bir örneğinin görülmesi yeterlidir.

Hayvan veya ikinci el otomobillerde olduğu gibi kıyemî (standart olmayan, değişken) mallarda ise, her bir mal ya da ürün için ayrı ayrı görme muhayyerliği vardır. Görme muhayyerliği sadece alıcı için söz konusudur.

Satıcı görmediği bir malını satarsa onun için görme muhayyerliği olmaz. (Merğînânî, el-Hidâye, V, 53). Çünkü malı satmadan önce onu görebilirdi. Dolayısıyla bu hakkını kaybetmiş sayılır.

Taraflardan biri veya her ikisi belli süre içinde akdi bozabilme yetkisine sahip olmayı şart koşabilirler. (Buna “hıyâru’ş-şart” yani şart muhayyerliği denilir.) Ancak bu durum alım satım akdi gibi, karşılıklı rıza ile feshi mümkün olan lâzım/bağlayıcı akitlerde söz konusu olabilir.

Alım satımdan vazgeçmek için şart koşulabilecek süreyi, İmam Ebû Hanife, Hz. Peygamberin (s.a.s.) bir hadisinde muhayyerlik süresi üç gün olarak zikredildiği için (İbn Mâce, Ticaret, 42) en çok üç gün olarak kabul etmektedir.

İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ise tarafların bu süreyi serbestçe belirleyebileceklerini, bu sürenin belirli olmak kaydıyla sınırlı olmadığını ifade etmişlerdir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 35).

Mecelle’de insanlar arasındaki muameleler için ikinci görüş daha uygun bulunarak şöylece düzenlenmiştir:

“Satıcı veya müşteri yahut her ikisi birden belirli süre içerisinde satışı feshetmek yahut yürürlük kazandırmak konusunda muhayyer olmak üzere satım akdinde şart kılmak caizdir.” (Mecelle, md. 300)

Alım-satım akdinde akde konu olan malın bütün niteliklerinin ve satış bedelinin alıcı ve satıcı tarafından bilinmesi ve açıklanması gerekir.

Satıcının yanlış beyanı üzerine kurulan alım-satım akdinde, malda satın alış amacını ihlal eden ya da fiyatını düşüren bir eksiklik veya kusur bulunur yahut da mal normalden daha pahalı olursa müşteri dilerse satın aldığı malı konuşulan fiyat üzerinden kabul eder, dilerse malı geri vererek akdi bozar.

Müşterinin malı iade etmeyip ondaki kusura karşılık fiyattan indirim talebinde bulunma hakkı yoktur. Ancak böyle bir durumda akdi feshederek malı geri verip, yeni bir akit yaparak söz konusu malı daha düşük bir fiyattan satın alması da mümkündür (Merğînânî, el-Hidâye, V, 64).

 
 

Satın alınan bir malda önceden mevcut olan bir kusura ilaveten müşterinin yanında (mülkünde) ikinci bir kusur oluşursa, müşteri bu satış akdini bozarak kusurlu malı satıcıya iade edemez.

Ancak müşteri önceki kusurdan dolayı meydana gelen zararı satıcıya tazmin ettirir.

Fakat satıcı malı, sonradan meydana gelen ayıplı hâliyle kabul ederse, müşteri malı geri verir ve ödediği parayı alır (Merğînânî, el-Hidâye, V, 64).

Müşteri, alışveriş akdinde satış bedeli ve niteliği belirtilen birkaç çeşit eşyadan birisini seçme hakkına sahiptir.

Bu hakka fıkıh literatüründe ta’yin/belirleme muhayyerliği denir. Buna göre müşteri, bakmak için götürmüş olduğu bu eşyalardan birini seçince, alışveriş o mal üzerinden gerçekleşmiş olur (Merğînânî, el-Hidâye, V, 47).

Tartı veya ölçü ile alınıp satılan aynı cins mallar (ribevî mallar); karşılıklı olarak mübadele edilirken, bunların eşit miktarda ve peşin olarak alınıp satılması gerekir. Aksi halde yapılan takas faizli işlem olur. Faiz ise dinimizde haram kılınmıştır (Bakara, 2/275).

Tartı veya ölçü ile alınıp satılmayan ve taneleri arasında farklılıklar bulunan diğer malların takasında ise eşitlik şartı aranmaz. Bu nedenle farklı model ya da değerlerdeki mal ve ürünler değiştirilirken, değer farkından dolayı ödenen fazlalık faize girmez. Diğer bir ifadeyle, aynı cins olan kıyemî malların, aradaki fiyat farkı ödenerek peşin olması şartıyla değiştirilmeleri dinen caizdir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 182).

Tartı ve ölçü ile alınıp satılan aynı cins mallar (ribevi mallar); karşılıklı olarak mübadele edilirken (takas yapılırken), bunların eşit miktarda ve peşin olarak alınıp satılması gerekir. Aksi halde yapılan işlem faize dönüşür.

Faiz ise bütün çeşitleriyle dinimizde haram kılınmıştır (Bakara, 2/275).
Kıyemî (standart olmayan, değişken) malların takasında ise, eşitlik şartı aranmaz.

Bu nedenle bir hayvanın kendi cinsinden bir hayvanla her ikisinin de peşin olması şartıyla; farklı cinsten bir hayvanla ise peşinlik şartı aranmaksızın değiştirilmesi caizdir. Hayvanların değerlerinin eşit olması şart olmadığı gibi, farklı olması durumunda değer farkı ödenmesi de akdin sıhhatine zarar vermez (Merğînânî, el-Hidâye, V, 177 vd.).

Akdin gereklerinden satış akdine uygun düşmeyen, örf hâline gelmemiş olan ve taraflardan birine yarar sağlayan bir şeyin akit esnasında şart koşulması, Hanefilere göre sahih olmadığı için bu şekilde yapılan bir alışveriş akdi fâsit olur (Merğînânî, el-Hidâye, V, 123). Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) şartlı satışı yasaklamıştır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 570; ayrıca bkz. Buhârî, Büyu’, 73).

Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, akdin gereği olmayan, ancak akdin gereklerine de aykırı düşmeyen bir şeyin şart koşulması caizdir (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, III, 178-179; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 166).

Çünkü Resûlullah (s.a.s.) bir sefer esnasında Hz. Cabir’den devesini satın almak istemiş, o da, Medine’ye kadar binmesi şartıyla satabileceğini söyleyince Resûlullah (s.a.s.) bu şartı kabul ederek deveyi satın almıştır (Müslim, Müsâkât, 113).

Buna göre satıcının, içinde bir müddet ücretsiz oturması şartıyla evini satması, Mâlikî ve Hanbelîlere göre sahihtir. Bu hükmün günümüzde hayli yaygın olması hasebiyle artık örf hâline geldiği yorumuyla Hanefîlerin yaklaşımına da aykırı olmadığı söylenebilir.

Alım satım akitlerinde malın peşin olması asıldır. Bedeli ise tarafların anlaşmasına göre peşin de vadeli de olabilir. Ancak örfe ve ihtiyaca binaen, Hz. Peygamber (s.a.s.) bazı durumlarda paranın peşin alınarak malın vadeli olarak satılmasına izin vermiştir. Bu şekilde yapılan alım satım akdine selem veya selef denilir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde; “Hurmada (bir rivayette bir şeyde) selem yapan kişi, belirli ölçekle, belirli tartı ile ve belirli süreye kadar selem yapsın.” (Müslim, Müsâkât, 25; Buhari, Selem, 2) buyurmuştur.

Selem akdi ancak mislî (piyasada bulunan ve fiyatı her yerde aynı olan) mallarda yapılabilir. Caiz olması için; paranın peşin, malın cinsinin, miktarının, niteliklerinin belli olması, malın teslim tarihinin ve teslimi masraf gerektiriyorsa teslim yerinin belirtilmesi gerekir.

Hayvan, standart olmayan üretilmiş mallar gibi kıyemî (piyasada benzeri bulunamayan, bulunsa da fiyatları farklı olan) şeylerin sonradan teslimi şartıyla (selem yoluyla) satılması caiz değildir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 222 vd.).

İslam âlimleri, Hz. Peygamberin (s.a.s.), meyvesi olgunlaşıncaya kadar hurmanın ve aynı zamanda dânesi beyazlaşıp afetten emin oluncaya kadar da ekin satışını yasaklamasını (Müslim, Büyû’, 49) gerekçe göstererek henüz olgunlaşmamış, kendisinden insan yiyeceği veya yem olarak yararlanılacak durumda olmayan sebze ve meyvelerin satışını caiz görmemişlerdir.

İnsanlar için yiyecek, hayvanlar için de yem olarak kullanılabilecek durumda olan sebze ve meyvelere gelince; bunların henüz olgunlaşmadan satışı caizdir. Zira bu durumdaki sebze ve meyveler, kendilerinden yararlanılan ve değer taşıyan bir mal olarak kabul edilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 13).

Ağaç üzerindeki meyvenin, bahçedeki sebzenin veya tarladaki ekinin, miktar belirtip bir kısmını istisna ederek satmak Hanefî mezhebindeki bir görüşe göre caiz, diğer bir görüşe göre ise caiz değildir.

Bu durumda örfe itibar edilir. Ancak istisna edilen; belirli ağaçlar veya arazinin belirli bölümündeki ürün olursa o zaman ittifakla caiz olur. Satıcının belirli bir ağacın üzerindeki meyveyi, bahçenin belirli bölümündeki sebzeyi veya tarlanın belirli bölümündeki ekini istisna ederek satması, buna örnek olarak gösterilebilir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 27-28).

İslam hukukuna göre malların karşılıklı değişiminde satıma konu olan malların aynı cinsten olmaları halinde miktarlarının eşit ve mübadelenin de peşin olması gerekir. Malların farklı cinslerden olması halinde ise taraflar, karşılıklı rıza ile diledikleri şekilde alım satım yapabilirler (Ebû Dâvûd, Büyû’, 12).
Buna göre yaş çay ile kuru çay, domates ile salça ve zeytin ile zeytinyağı incelendiğinde bunların kullanım şekilleri bakımından aralarında farklılıklar olduğu açıktır.

Öte yandan yaş çay, domates ve zeytin, belli bir başkalaşım neticesinde ve nitelikleri değişerek kuru çay, salça ve zeytinyağına dönüşmektedir.
Ayrıca günümüzde yaş çayın kuru çay, domatesin salça ve zeytinin zeytinyağı karşılığında satılması, insanlar arasında yaygınlaşmış ve umum-i belva (kaçınılması güç olan durum) hâlini almıştır. Bu gibi durumlarda insanlar arasındaki ticari muamelelerde kolaylık sağlanması İslam hukukunun genel kaidelerindendir (Mecelle, 17-18). Kaldı ki hakkında nass bulunmayan konularda açık nassa aykırı olmamak kaydıyla insanların genel uygulaması (örfü) göz ardı edilemez (Mecelle, md. 36-37).

Bu itibarla, bedellerin karşılıklı rıza ile belirlenmesi ve malların peşin olarak alınıp verilmesi halinde yaş çayın kuru çay, domatesin salça ve zeytinin zeytinyağı karşılığında değiştirilmesinde/satılmasında dinen herhangi bir sakınca yoktur. Bununla birlikte söz konusu ürünlerin birbirleriyle değiştirilmesi yerine doğrudan para karşılığında alınıp satılması ihtiyat bakımından daha uygundur.

Bütün ürününü bir anda vermeyip, bir kısmı olgunlaşmış, bir kısmı ise henüz çiçek halinde olan sebze ve meyvelerin fidesinde veya dalında iken satışı Hanefîlerce caiz görülmemiştir.

Zira burada ürünün bir kısmı mevcut iken, diğer bir kısmı henüz mevcut değildir ve satışa sunulan ürünün miktarında belirsizlik söz konusudur. Ayrıca mevcut ürünü toplama sırasında hangisinin alıcıya hangisinin satıcıya ait olduğu belli değildir.

Ancak bazı Hanefî âlimler, zorluk ve sıkıntıyı gidermek için meyve ve patlıcan gibi ürünlerden mevcut olmayanı mevcut olana tâbi kılarak, bu alışverişi caiz görmüşlerdir. Ayrıca İmam Muhammed de birbirinin peşi sıra gelen bir ürün olduğu için gül satışını caiz görmüştür (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 14).

Bu tür ürünlerin satımında en iyisi, görünen ürünün değil de, ürünle birlikte fidelerin de satılmasıdır (Merğînânî, el-Hidâye, V, 28). Nitekim bu durumdaki ürünlerin satışı Mecelle’de de caiz kabul edilmiştir (Mecelle, md. 207).

Yenilmesi, içilmesi veya kullanılması dinen caiz olan bir şeyi satmak da caizdir. Bu sebeple, , dinî açıdan bakıldığında, kendisi aslen haram olmayan ürünleri helal alanlarda kullanmak üzere üretmekte ve ticaretini yapmakta bir sakınca yoktur.

Bu maddeler normal olarak, helal alanlarda iş yapan kişi veya kurumlara satıldığı halde, alıcılar tarafından gizlice ve dolaylı yoldan, haram işlerde kullanılsa bile bundan dolayı üreticinin bir sorumluluğu olmaz (Zeylaî, Tebyîn, VI, 28).

Ancak doğrudan gayrimeşru maddelerin üretiminde kullanılmak üzere ve bunu bilerek ilgili kişilere bu ürünleri satmak, bir haramı desteklemek ve yaymak anlamına geleceğinden bu gibi kazanç yollarından sakınmak gerekir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, II, 51; İbn Rüşd el-Ced, el-Beyân ve’t-tahsîl, IX, 394-395; Şemsuddin İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-kebîr, IV, 306).

Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de, “İyilikte ve takvada yardımlaşın, ama günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (Mâide, 5/2) buyurmaktadır.
Öte yandan herhangi bir ürün, günlük kullanımda nerdeyse tamamen haram bir maddenin üretimi için kullanılmakta ise, bu ürünü üretmek ve ticaretini yapmak, büyük ihtimalle harama destek olacağından dinen sakıncalı olur.

Uyuşturucu imalatına dönük olarak haşhaş ve benzeri ürünlerin üretimi ve satımı haramdır (Bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, X, 35; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, VI, 166). Fakat ilaç imalatında kullanılmak üzere yetiştirilip satılmalarında sakınca yoktur. Söz konusu maddelerin ekiminde devlet tarafından alınan bir karar ve konulan kotalar varsa bunlara riayet etmek gereklidir.

Alacaklının hakkının korunması açısından borçlunun mallarının satılması gerekebilir.

Peygamberimiz (s.a.s.), borcunu ödeyemeyen Muaz b. Cebel’in malını borcu karşılığında satmıştır (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 80). Halife Hz. Ömer de hac yolunda ticaret yaparken iflas eden bir kimsenin kalan mallarının, alacaklıları arasında taksim edilmesine hükmetmiştir (Muvattâ, Vasiyet, 8).

Piyasa değerinde veya ona yakın bir fiyatla satılan hacizli malları satın almakta bir sakınca yoktur. Ancak haczedilen mal, değerinin çok altında satılır ise; Hanefilerden İbn Âbidîn akdin fasit olacağını (İbn Âbidin, Reddü’l-muhtâr, VII, 247),

Şâfiî âlimlerden Nevevî ise geçerli olmakla birlikte bu malın satın alınmasının mekruh olacağını söylemişlerdir (Nevevî, Ravdatü’t-tâlibîn, III, 420). Zira icradaki malların, değerinin çok altında satılması, borçlunun mağduriyetinden yararlanmak anlamına gelir.

Bu sebeple hacizli malı satın almak isteyen kimsenin fiyatlandırmayı mümkün mertebe borçlunun mağduriyetini azaltacak şekilde gerçekleştirmesi hakkaniyete uygun olur.

Dinimiz, insanı maddî ve manevî zararlardan korumak için birtakım kurallar koymuş; bu amaçla necis, kötü ve zararlı olan şeyleri yasaklamış; temiz, güzel ve faydalı olanları da helâl kılmıştır (Bakara, 2/168, 173; A’raf, 7/157).

Kur’an-ı Kerim’de, “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı…” (Bakara, 2/173; Mâide, 5/3; En’am, 6/145; Nahl, 16/115) buyurularak domuzun necis olduğu ve etinin de haram kılındığı açıkça ifade edilmiştir.

Her ne kadar bu ayet-i kerimelerde, domuzun etinin haram kılındığından söz edilmiş ise de, En’am Suresinin 145. ayetinde geçen “rics” kelimesi ile A’raf sûresinin 157. ayetinde yer alan “(Allah) onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar.” ifadelerini birlikte değerlendiren İslam âlimleri, domuzun sadece etinin değil, bütün cüzlerinin necis olduğunu ifade etmişlerdir (Kâsânî, Bedâi’, V, 142, 305).

Hz. Peygamber (s.a.s.), içki, leş, put ve domuzun satımının Allah ve Resûlü tarafından kesinlikle yasaklandığını bildirmiştir (Buhârî, Büyû, 112). Konuyla ilgili bu ayet ve hadislere dayanan İslam âlimleri; domuzun müslümanlar açısından mütekavvim (dinin mal kabul edip haram kılmadığı) bir mal olmadığını, mal olmayan bir şeyin müslümanın mülkü olamayacağı gibi akde de konu olamayacağını, bu sebeple satışının geçersiz, ticaretinin haram olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâi’, V, 142, 305; Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 52; İbn Abdilber, el-Kâfî, II, 675; İbn Rüşd, Bidâye, III, 146).

Buna göre domuzun yetiştirilmesi de, satılması da caiz değildir. Domuz üretimi veya ticaretinden elde edilen kazanç helal olmaz.

Domuzdan elde edilen her türlü ürünün zaruret bulunmadıkça yenilmesi, içilmesi, giyilmesi ve kullanılması haram olduğu gibi, müslümanlara da gayrimüslimlere de satışı caiz değildir (Kâsânî, Bedâi’, V, 305; Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 52; İbn Abdilber, el-Kâfî, II, 675; İbn Rüşd, Bidâye, III, 146).

Bunların satışından elde edilen kazanç da haramdır. Dolayısıyla gayrimüslimlere yönelik de olsa, sosis imalatında kullanılmak üzere domuz bağırsağının alım satımını yapmak caiz değildir.

Kira akdi her iki taraf için de bağlayıcı olduğundan, yapıldıktan sonra taraflardan biri, geçerli bir mazereti veya diğerinin rızası olmadan tek taraflı olarak akdi feshedemez.

Akdi feshedebilmek için; kiracının iflas etmesi, başka bir şehre tayin edilmesi, işi bırakması iş değişikliği yapması veya kiralanan şeyin kiralama maksadına hizmet edemez hale gelmesi gibi geçerli bir mazeretinin bulunması (Bkz. Mergınânî, el-Hidâye, VI, 331, 333, 334) ya da her iki tarafın da rıza ve onayı gereklidir.

Şu kadar var ki, mazeret belirgin olmaz ya da tartışmaya götürebilecek bir nitelik arz ederse, o takdirde akit, ancak mahkeme kararı ile feshedilir. Bu durumda, mahkeme kararından sonra söz konusu akdi fesheden taraf, mâli bakımdan yükümlü olmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 148).

Taraflar, kira sözleşmesinde yer alan şartlara uymak zorundadırlar. Buna göre kiraya veren kişi; malını kiraya verirken hangi amaçla kullanılacağını belirlemiş ve üçüncü şahıslara kiraya vermemesini şart koşmuşsa kiracının bu şarta uyması gerekir.

Ancak kira sözleşmesinde ev, dükkân, depo, nakil aracı gibi taşınır veya taşınmaz malın hangi amaçla kullanılacağı açık bir şekilde belirtilmemişse, kira akdi geçerli olur ve o beldenin örfü esas alınır.

Şayet örf, kiracının bunu başka birisine kiraya vermesine ve dilediği gibi kullanmasına imkân tanıyorsa; kiracı, kiraladığı malı bir başkasına kiraya verebileceği gibi, herhangi bir ek ücret ödemeden dilediği gibi kullanmasına da izin verebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 124).

Günümüzde ise malın sadece kiracı tarafından kullanılması şeklinde bir örf oluşmuştur. Kiralanan malın başkasına devri için mal sahibinden izin alınması gerekir.

İcare/kira akdi senelik olarak yapılabileceği gibi, aylık, haftalık, hatta günlük olarak da yapılabilir. Akit esnasında süre belirtilmemişse, başlangıç ve bitişlerinde, örf varsa o ölçü alınır.

Mesela buğday ekmek için tarla kiralandığında, o yılki ekim ve hasat mevsimi süre olarak kabul edilir. Aksi halde süre belirlenmediği için akit fâsit olur.
Ücretin önceden belirlenmemiş olması halinde ise icare akdi fâsit olur.

Kira akdi fâsit olunca, şayet kiracı kiralanandan faydalanmışsa mal sahibine ecr-i misil (piyasa değeri) kira ödemesi gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 137-138). Mal kullanılmamışsa, akit feshedilir.

Hanefilere göre; herhangi bir kusuru olmadığı ve mal sahibinin ileri sürdüğü şartlara aykırı davranmadığı müddetçe, kiracının kiraladığı malda meydana gelecek zararı tazmin etme yükümlülüğü yoktur.

Bu sebeple mal sahibinin kiracıdan rehin manasına gelebilecek bir şeyi depozit adı altında rehin olarak alması caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 128; Mecelle, md. 710). Mâlikîlere göre ise; kira sözleşmesinde rehin almak caizdir (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, 273).

Günümüzde menkul veya gayrimenkul malların kiralanmasının büyük bir sektör hâline gelmesi, konunun suistimale açık olması ve güven duygusunun zedelenmesi gibi sebeplerden dolayı Mâlikî mezhebinin görüşü istikametinde mal sahibinin depozit almasının caiz olduğu söylenebilir.

 

Kira akdi, her iki taraf için de bağlayıcıdır. Kira süresi dolmadan taraflardan birisinin akdi tek taraflı olarak feshetmesi caiz değildir. Dolayısıyla bir evi belli bir süre için peşin parayla kiralayan, ancak süresi dolmadan çıkan kişi, anahtarı aldıktan sonra bir süre oturmayıp boş bırakması durumunda kiranın tamamını ödemek zorunda olduğu gibi (Merğînânî, el-Hidâye, VI, 273),

Erken çıkması durumunda da geriye kalan günlerin ödenmiş kirasını geri alamaz. Şayet kira bedeli peşin ödenmemişse, kiracı anlaşılan süre içeresinde oturmadığı günlerin kirasını da ödemek zorundadır.

Ancak mal sahibi burayı bir müddet sonra başkasına kiraya verirse sadece boş kaldığı sürenin ücretini önceki kiracıdan alabilir. Geri kalan kısmın kira bedeli önceki kiracı tarafından peşin ödendiyse kendisine iade edilir.

Kiralanan bir araziden kuraklık, dolu, sel baskını, çekirge istilası gibi bir afet sebebiyle ürün alınamazsa Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre kira feshedilemeyeceği gibi ücretten indirim de yapılmaz (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, II, 456; Şemsuddin İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-kebîr, VIII, 63-64).

Hanefî mezhebinde ise, yağmurla sulanan araziden, yağmurun yağmaması, değirmenin suyunun kesilmesi gibi sebeplerle, kiralanan maldan ürün alınmasına engel tabiî afet olması durumunda kiracı ücret ödemez.

Çünkü araziden yararlanma imkânı olmamıştır (Merğînânî, el-Hidâye, VI, 327). Arazi ekildikten sonra ekini çekirge yese veya başka bir afet arız olsa; afet anına kadarki sürenin kirası ödenir. Afet anından sonra ise, eğer araziyi tekrar ekerek başka bir ürün alma imkânı bulunursa kalan sürenin kirası da ödenir. Tekrar ekilip ürün alma imkânı bulunmazsa kalan sürenin kirası ödenmez (İbn Âbidîn, el-Ukûdü’d-dürriyye, II, 113-114).

Altın, mislî mallardandır. Dolayısıyla altının, cumhuriyet altını gibi tane ile alınıp satılanlarının sayı ile; 22 ayar bilezik gibi tartı ile alınıp satılanlarının ise tartı ile borç (karz) verilmesi caizdir.

Fakat geri ödenirken ne eksik ne fazla, alınanın tam olarak misli verilmelidir. Bunun yanında tarafların kabul etmesi halinde, alınan altın borcu, para olarak da ödenebilir.

Ödeme imkânı olduğu hâlde zamanında borcunu ödemeyen borçlu, manen sorumlu olur ve ahiret azabını hak eder. Bu konuda Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Zengin kişinin borcunu ödemeyi uzatması zulümdür.” (Buhârî, Havâlât, 1)

İslam Hukuku açısından ise; kişinin zimmetinde bir borç sabit olur ve onu ödemeye yanaşmazsa, bu kişi yetkili makamlar tarafından ödemeye zorlanabilir. Fakihler bu tür bir cezanın uygulanmasını, Hz. Peygamberin (s.a.s.) konuyla ilgili hadislerine dayandırmışlardır (Bkz. Buhârî, İstikrâz, 13).

Borçlunun borcunu geciktirmesi nedeniyle -paranın değer kaybetmesi gibi bir sebeple- alacaklı zarara uğrarsa borçluya sadece enflasyon oranında zarar tazmin ettirilir.

Ancak borçlunun malî sıkıntı içinde olduğunu ispat etmesi halinde yetkili makamlar borcunu ödeyebilmesi için kendisine belli bir süre tanır. Bu durum ise, alacaklının yasal hakkını istemesine engel teşkil etmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 221).

Kişilerin, ihtiyaçlarını karşılamak için, faizsiz olarak kısa vadeli borç (karz) alıp bunu düzenli vadelerde ödemek üzere “yardımlaşma sandığı” kurmaları caizdir.

Bu sandığa üye olanların, ihtiyaç halinde biriken primlerinin birkaç katına kadar borç (karz) almaları ve bunu belirlenen vade içerisinde geri ödemelerinde sakınca yoktur. Ancak ödemede bulunurken, alınan borç (karz) karşılığında önceden ileri sürülen her türlü fazlalık veya getiri sağlayan menfaat, faiz olacağı için caiz olmaz (Kâsânî, Bedâî’, VII, 395).

Fakihlerin çoğunluğu, vadeli satışlar ile borç akdinde, bedel olarak belirlenen para birimi yerine, ödeme tarihindeki kuru esas alarak farklı bir para biriminin —mesela borç olarak alınan altın paranın yerine gümüş paranın— ödenmesini caiz görmüşlerdir (Serahsî, el-Mebsût, XIV, 2-3; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 107; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, 200).

Buna göre mesela, vadeli bir satış veya borç (karz) akdine konu olan 1000 TL, baştan şart koşulmamak kaydıyla tarafların razı olması halinde ödeme günündeki kur üzerinden bir başka para birimi ile de ödenebilir.

Bir iş veya bir hizmet ya da mal karşılığında alınan bedel helaldir. Bankalar verdikleri kredi kartlarıyla bir hizmet sunmaktadırlar.

Dolayısıyla kredi kartı ile yapılan alışverişlerde, bankanın verdiği hizmet karşılığında anlaşma gereği iş yeri sahiplerinden komisyon adı altında almış olduğu ücret, faiz olarak değerlendirilemez.

Ön ödemeli kartlar, bankacılık/finans sektöründe faaliyet gösteren kuruluşlar tarafından sunulan bir hizmettir. Bu hizmet gereğince müşteri, ön ödemeli kartına önceden yüklediği belli oranlardaki meblağı dilediği zaman harcamalarında kullanabilmekte, karta herhangi bir ön yükleme yapmadığı takdirde ise kart kullanılamamaktadır.

Faizli işlem barındırmayan veya faizli işlemlere aracı kılınmayan ön ödemeli kartların kullanılmasında ise herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.
Ön ödemeli kartların belli bir mevzuat çerçevesinde çıkarılıp işleme konduğu ve her kuruluşun kendi koyduğu şartlar muvacehesinde bu hizmeti sunduğu anlaşılmaktadır.

Mesela x kuruluşu para yüklemede herhangi bir bedel istemezken y kuruluşu bedel isteyebilmekte veya (x) kuruluşu ilgili kartı 5 TL’ye verirken (y) kuruluşu bu kartı 10 TL’ye verebilmektedir.

Kartın ilk olarak müşteriye satımında, kullanımında ve yükleme yapıldığında kartı çıkaran kuruluş tarafından alınan bedeller, hizmet bedeli kapsamında değerlendirilmiş ücretlerdir.

Altın, gümüş, döviz, TL vb. para cinsinden olan şeylerin birbirleriyle değiştirilmesine sarf denir. Sarf akdinde bedellerin peşin olması gerekir. Aksi takdirde yani, bedellerden birinin veresiye olması halinde yapılan işlem faize (nesîe ribasına) dönüşür.

Buna göre altının, vade farkı uygulanmasa bile veresiye olarak satılması faiz olacağından caiz değildir. Konuyla ilgili olarak

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz; cinsi cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın.” (Buhârî, Büyû’, 74-82; Müslim, Müsâkât, 81; Tirmizî, Büyû’, 23)

Altının kredi kartıyla satışı konusunda farklı görüşler ileri sürülebilir. Kart sahibi olan kurumun (bankanın), kredi kartı ile yapılan satışın bedelini, anında satıcının hesabına yatırması halinde, yapılan alışverişin sahih olacağı, dolayısıyla burada nesîe (veresiye) ribasının söz konusu olmayacağı söylenebilir.

Altın bedelinin anında satıcının hesabına geçilmeyip daha sonra ödenmesi durumunda yukarda belirtilen, sarf akdi şartına riayet edilmediği ve altının para ile veresiye satışı söz konusu olduğu için caiz olmaz.

Her halükarda altının peşin ödeme ile alım satımının yapılmasının daha doğru olduğu Müslüman olarak şüpheli şeylerden kaçınılması ve peşin para ile altın veya dövizin alınmasının daha isabetli ve ihtiyatlı olacağı kesindir.

Bir malı peşin olarak satmak caiz olduğu gibi, vadeli ya da taksitle satmak da caizdir. Peşin veya çeşitli vadelere göre taksitlendirilerek satışa sunulan bir malın, değişik alternatifleri gözden geçirdikten sonra bunların birini tercih edip, akdi onun üzerine kurmak suretiyle vadeli veya taksitli olarak satımında dinen bir sakınca yoktur.

Alışverişte önemli olan, pazarlığın bittiği sırada satış bedelinin belirlenip akdin bu bedel üzerinden kesinlik kazanmış olmasıdır (Serahsî, el-Mebsût, XIII, 8).

Bu şartlara uymak kaydı ile veresiye alışveriş fiyatının peşine göre daha fazla olmasında bir sakınca yoktur. Ancak akit bittikten sonra banka ya da finans kuruluşları gibi üçüncü şahıslar tarafından zimmetteki peşin borcun vadeli olarak yeniden yapılandırılması faizli işlem sayılacağından caiz değildir.

Kâr payı esasına dayalı olarak çalışan bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemi, yatırılan primlerin dinen helal olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caizdir. Aksi takdirde caiz değildir.

Alacaklı, borçlusuna alacağı miktarın belirli bir kısmını vadesinden önce ödemesi halinde kalan kısmından vazgeçeceğini söyler, borçlu da bu şarta uyarsa, öderse, alacakta yapılan bu indirim caiz olur. Ancak taraflar ödeme ve indirimi pazarlık konusu yaparak gerçekleştirirlerse bu, vadenin para karşılığında satın alınması demek olacağından caiz değildir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 173; Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 17).

Alacaklı, elindeki çek veya senedi, karşılığını erken tahsil etmek amacıyla vadesinden önce üçüncü şahıslara daha düşük bir bedelle satıp elden çıkarması (çek ve senet kırdırmak) caiz değildir. Zira bu işlemde, aynı cins kaydî paranın daha düşük nakdi parayla mübadelesi söz konusudur. Bu muamele “ribe’l-fadl/fazlalık faizi” olarak değerlendirilmektedir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 180-181; Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 73).

Kapora; satım veya kiralama akdinde müşterinin, sözleşmeyi tamamlaması halinde toplam fiyattan düşülmesi; cayması durumunda ise mal sahibinde kalması şartıyla yapılan ön ödemedir.

Müşterinin sözleşmeden cayması halinde kaporanın kendisine iade edilmesi şartıyla yapılan akdin cevazında bir ihtilaf yoktur (İbn Cüzey, el-Kavânîn, s. 408). Alıcının akitten cayması durumunda verdiği kaporanın yanması, yani satıcının mülkiyetine geçmesi şartıyla yapılan akdi fakihlerin çoğu caiz görmemişlerdir.

Hanefiler böyle bir akdi fasit, Şafiiler ve Malikiler ise batıl saymışlardır. Çünkü onlara göre bu tür bir akit fasit bir şart ve belirsizlik içermekte ayrıca haksız kazanca sebep olmaktadır. Bu sebeple akdin sona ermesi halinde satıcı kaporayı müşteriye iade etmelidir (Senhûrî, Mesâdıru’l-hak, II, 93-94). Öte yandan bu görüşü savunan İslam âlimleri ;

Hz. Peygamberin (s.a.s.) kaporalı satışı yasakladığına dair bir rivayeti (Muvatta, Büyu‘, 1; Ebu Davud, Büyu, 69) zikrederler (Suğdî, en-Nütef, I, 472-473; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebir, III, 63; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, II, 31; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-islâmî, IV, 449).

Buna karşılık Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Eslem, Mücahid ve Hasen-i Basrî gibi sahabe ve tabiin âlimleriyle Hanbelîlerin çoğunluğu kaporalı alışverişi caiz görmüşlerdir. Bu görüş sahipleri kaporalı alışverişi yasaklayan rivayetin zayıf olduğunu ve akitlerde mubahlığın asıl olup imkân ölçüsünde şartlara riayetin gerektiğini, Hz. Ömer zamanında Mekke valisi Nafi’ b. Abdulharis, Safvan b. Ümeyye’nin Halife adına kaporalı bir işlem yapmış olduğunu (Buharî, Husûmât, 8) delil getirmişlerdir.

Bazı Hanbeliler, kaporalı akitlerin kesinleşeceği belli sürenin belirlenmesini şart koşmuşlardır; bu süre içinde müşterinin cayması hâlinde, kapora satıcının mülkiyetine girer, demişlerdir (Mustafa Suyutî, Metâlib, III, 78).

İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesindeki Fıkıh Akademisi (Mecmau’l-Fıkhi’l-İslâmî) bedellerden birinin veya ikisinin birden peşin olarak tesliminin gerektiği selem ve sarf gibi işlemler dışındaki kaporalı işlemler konusunda aynı görüşü benimsemiştir ( Mecelletü Mecma‘i’l-Fıķhi’l-İslâmî, VIII/1 [1994], s. 793; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-islâmî, IV, 449).

Müslümanların nasslara muhalif olmayan örf ve uygulamaları genel olarak caiz görülmüştür. Günümüzde kaporalı alışverişler özellikle bazı sektörlerde ticarî hayatın gereği ve esnafın örfü hâline gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) helali haram, haramı da helal kılmadığı müddetçe müslümanların şartlarına bağlı kalmalarını öğütlemiştir (Tirmizî, Ahkam, 17).

Hanefi mezhebi de nasslara muhalif olmamak kaydıyla toplumun örf ve uygulamalarında geçerliliği olan şartlara bağlanarak yapılan satım akitlerini geçerli saymıştır (Mecelle, md. 188). Akdin belirlenen sürede kesinleşmemesi halinde kaporanın satıcıda kalabileceği yönündeki görüşün bu ilkelere aykırı olmadığı görünmekte, aksine kaporanın müşteriye iadesini şart koşmak kapora uygulamasını anlamsız hâle getirmektedir.

Bu sebeple; akdin kesinleştirileceği sürenin baştan tespit edilmesi, tarafların her ikisinin de kapora uygulamasına rıza göstermesi ve işlemin selem ve sarf gibi bedellerden en az birinin peşin olması gereken bir akit olmaması şartlarıyla yapılacak kaporalı alışveriş akdi caiz olur.

Bu faaliyeti gerçekleştiren kişi, belli işyerleri ve kurumlar ile tek tek özel anlaşmalar yaparak, göndereceği müşterilere indirim yapma garantisi almakta, bu etkinliği gerçekleştirmek, sürekli ve verimli hâle getirmek için iş yeri, personel ve donanım harcamalarında bulunmakta, kısaca müşterilerine bir hizmet sunmaktadır.

Müşteri ücret verip bu karta sahip olurken, aslında ilgilinin hazırladığı bu hizmet ve imkândan yararlanma hakkını satın almış olmakta, kart sadece bir sembol ve gösterge olarak ortada bulunmaktadır.

Bu etkinliği yapan kişi ya da firma bir bakıma kartı satın alacak müşteri için çalışmakta, diğer bir ifade ile müşterileri ondan hizmet alımında bulunmaktadır. Bu ücret karşılığında müşteriye verilen kart, işte bu potansiyel hizmeti temsil etmektedir.

İş yerinin verdiği hizmetin dinî ilkelere aykırı olmaması kaydı ile yukarıda uygulama esasları belirtilen indirim kartını hazırlatıp satmada dinen bir sakınca yoktur.

Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise, söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz.
İslam emeğe büyük değer verir, haksız kazanca karşı çıkar.

Kur’an-ı Kerim’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 53/39) buyurulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvûd da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyû’, 15) buyurmuşlardır.

Teknolojinin geliştiği, insan emeğinin çok değişik şekil ve ortamlarda tezahür ettiği günümüzde aynı ölçüde hak ve emek ihlalleri söz konusu olmaktadır. Bu hak ihlalleri elektronik ve bilgisayar dünyasında da yaşanmaktadır.

Bu tür haksız davranışlar sadece bireylerin hakkını gasp etmiş olmamakta, aynı zamanda, o alanlarda emek harcayan insanların yeni ürünler üretme konusundaki şevkini kırmakta, bu da geniş anlamda kamu hakkı ihlaline dönüşmektedir.

Bu sebeple birer emek mahsulü olarak internet ortamına geçirilmiş olan her türlü program, yazılım, kitap, müzik vb. ürünleri ilgililerin izni olmadan elde edip kullanmak caiz değildir.

Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise, söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz.

İslam emeğe büyük önem verir, haksız kazanca karşı çıkar. Kur’an-ı Kerim’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 53/39) buyrulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir.

Bunlardan birinde, “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyû’, 15) buyurmuşlardır.

Bu itibarla, emek ve gayret sarf ederek toplum nezdinde itibar gören bir firmanın kendi markasının izinsiz olarak başkaları tarafından kullanılması kul hakkı ihlaline ve müşterilerinin aldatılmasına sebep olacağından dolayı İslam ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Ayrıca bu yolla haksız kazanç sağlamak da dinen caiz değildir.

Leasing (finansal kiralama); makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri menkul veya gayrimenkul malların; bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında satışını esas alan orta vadeli bir finansman yöntemidir.

Esasında burada yapılan işlem; malın taksitle satılıp, mülkiyetinin taksitin bitimine kadar ertelenmesi ve daha sonra devredilmesinden ibarettir. Nitekim bazı muasır âlimlere göre de bu uygulama, satış ile kiranın birleşmesinden doğan yeni bir akittir.

Buna göre günümüz ticaret örfünde önemli bir yeri olan ve taraflar arasında aldatma ve anlaşmazlığa neden olmayan leasing işleminde fıkhen bir sakınca bulunmamaktadır.

Ödünç alınan malın iade masrafları ödünç alan kişiye aittir. Ödünç alınan malın ne şekilde geri verileceği hususunda, yaygın olan örfün hükümleri geçerlidir. Bu kurallara uyulmazsa malda meydana gelecek zararın tazmini gerekir (Mergınânî, el-Hidâye, VI, 237; Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 558). Zira örfün belirlediği hüküm, baştan şart koşulmuş gibi geçerlidir (Mecelle, md. 43-45).

Emanet olarak bırakılan maldan emanetçinin yanında iken doğacak menfaat mal sahibine aittir. Mesela, emanet bırakılan hayvandan elde edilen süt, yün vb. şeyler mal sahibine ait olur. Emanet alan bunlardan yararlanamaz (Mecelle, md. 798).

Bu nedenle emanet alan kişi, kendi kusuru ile emanet mala zarar verdiğinde bunu tazminle yükümlü olduğu gibi, bu maldan elde edilen menfaate zarar verdiğinde de zararı tazmin etmekle yükümlü olur (Alâuddîn, Tekmiletü Reddi’l-muhtâr, II, 473).

Kendisine bir şey emanet edilen kişi, emanet malı koruması karşılığında ücret alamaz. Şayet malı koruma işini ücretle yaparsa, bu akit emanet akdi olmaktan çıkar, kira akdine dönüşür.

Bu durumda da emanet malın sahibine iade masraflarını, emanet edilen kişinin karşılaması gerekir. Mala gelebilecek zararlardan o sorumludur (Merğînânî, el-Hidâye, VI, 219).

Emanetin, bizzat kendisine emanet edilen kişi veya onun aile fertlerinden biri tarafından korunması gerekir. Dolayısıyla, sahibinin izni olmadan korunması için başkalarına emanet olarak bırakılması caiz değildir. Şayet emanet edilen kişi, emaneti bir başkasına bırakır ve bu emanette de zarar meydana gelirse, zararın tazmin edilmesi gerekir (Mergınânî, el-Hidâye, VI, 212).

Bu durumda emanet veren, zararını dilerse emanet verdiği ilk şahsa, dilerse emaneti kabul eden ikinci şahsa tazmin ettirir. İlk şahsa tazmin ettirirse bu şahıs ikinciden tazmin talebinde bulunamaz. İkinci şahsa tazmin ettirirse bu ikinci kişi birinciden tazmin talebinde bulunabilir. (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 476).

Ancak zarar, ikinci şahsın kasıt ve kusuru sebebiyle meydana gelmiş ve mal sahibi bu zararı ilk şahsa tazmin ettirmiş ise, bu kişi ikinci şahıstan tazmin talebinde bulunabilir. (Mecelle, md. 790).

Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi bu malı müvekkilinin hayrına olacak şekilde daha yüksek bir fiyata satıp bedeli de bütünü ile müvekkiline teslim ederse yaptığı bu işlem caiz olur (Kâsânî, Bedâi’, VI, 27).

Fakat müvekkilin belirttiği fiyatın üstündeki miktarı kendisi alamaz.

Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi bu malı kendisi satın alamayacağı gibi müvekkilin izni olmaksızın nafakasını vermekle yükümlü olduğu birinci derece yakınlarına da satamaz. Çünkü bir kimse aynı malın hem satıcısı hem alıcısı olamaz. Öte yandan bu tür işlemler anlaşmazlığa ve şaibeye yol açabilir (Kâsânî, Bedâi’, VI, 312).

Kefalet teberru niteliğindedir. Dolayısıyla kefilin, kefalet akdine karşılık ücret almayı şart koşması caiz değildir. Zira ücret almak teberru kavramına aykırıdır. Ayrıca gerektiğinde asıl borçlunun borcunu ödeyeceği için kefil aynı zamanda borç veren konumundadır. Kefalete karşılık ücret alması halinde faizli işlemde bulunmuş olur (İbnü’l-Hümâm, Feth, VII, 186; Desûkî, Hâşiye, III, 77).

Ancak günümüzdeki bazı ilim adamları ücretsiz kefil bulunmaması halinde, zaruret veya ihtiyaç sebebiyle maslahata binaen borçlunun teminat mektubunda olduğu gibi ücret karşılığı kefalet akdi yapmasının caiz olacağı kanaatindedirler (Bkz. “Kefâlet”, DİA, XXV, 177).

Bir borç EFT veya havale gibi para transfer yollarıyla ödenir ve bu işlemden dolayı masraf oluşursa verilen hizmetin karşılığı olarak makul bir ücretin alınması caizdir. Zira havale işlemi esnasında verilen hizmet, vekâlet akdi kapsamında değerlendirilebileceği gibi hizmet alım akdi olarak da değerlendirilebilir. Her iki akitte de ücret almak caiz görülmüştür (bkz. İbn Cüzey, el-Kavânîn, 494; Bilmen, Kamus, VI, 328).

Kişinin ödemekle yükümlü olduğu bir borcu, ikinci bir şahsa devretmesi caizdir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden birinize bir borç havâle edilirse bunu kabul etsin.” (Buhârî, Havâlât, 1) buyurmuşlardır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) diğer bazı hadislerinde de insanların sıkıntılarını gidermeyi teşvik etmiştir (Buhârî, Mezâlim, 4; Müslim, Birr, 58).

Borcun ikinci bir şahsa devredilmesi halinde borçlu, alacaklıya karşı sorumluluktan kurtulur. Alacaklı, alacağını havale edilen kişiden ister (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 419). Ancak, borç kendisine havale edilen kişi iflas eder ve bu durum mahkeme kararıyla tespit edilirse yahut kişi borcun kendisine havale edildiğini inkar eder, alacaklı da bunu ispat edemezse veya söz konusu kişi iflas ettikten sonra ölürse bu gibi durumlarda havale edilen kişi, borcu ödeme yükümlülüğünden kurtulur ve borç kendisinden değil, asıl borçludan talep edilir (Kâsânî, Bedâi’, VI, 18).

Bununla birlikte bir borcun başkasına havale edilmesi karşılığında ücret almak caiz değildir. Zira yardımlaşma amacı taşıyan akitler karşılığında, ücret almak caiz görülmemiştir (Taberî, İhtilâfu’l-Fukahâ, 193-194; İbnü’l-Hümâm, Feth, VII, 186; Desûkî, Hâşiye, III, 77).

Ortaklar ticari faaliyetlerde birbirlerinin vekilidirler. Bu vekâlet, ticari faaliyet dışındaki alanları kapsamadığı için her birinin diğeri adına teberru yetkisi yoktur.

Dolayısıyla diğer ortakların izni olmadıkça şirket malından bağış yapmaları, sadaka, ödünç (karz) ve diğer ortakların zekatını vermeleri caiz değildir. Zira ortaklıktan maksat, ticari faaliyette bulunarak şirkete gelir sağlamaktır.

Söz konusu tasarruflar ise, ticari ortaklıkta aranan bu amacı gerçekleştirmez (Merğînânî, el-Hidâye, IV, 422-423; Kâsânî, Bedâi’, VI, 71-72).

Kişi veya firmanın bankadan alacağı faizli krediye aracılık edilmesi karşılığında komisyon adı altında ücret alınması helal olmaz.

Hz. Peygamber (s.a.s.), faiz alan ve verenin yanı sıra yazmak, şahit olmak ve vekil olmak suretiyle faiz işlemine yardımcı olan herkesi sorumlu tutmuştur (Müslim, Müsâkât, 106; Ebû Dâvûd, Büyu, 4; İbn Mâce, Ticârât, 58).

Eğer kredi faizsizse ve aracı olan kişi, bu işlemleri takip edip sonuçlandırmak için ücretle tutulmuşsa verdiği emeğin ve yaptığı hizmetin karşılığı olarak vekalet/rehberlik ücreti alabilir.

Din İşleri Yüksek Kurulu, 07/04/2005 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Muzaffer ŞAHİN’in başkanlığında toplandı. Günümüz hayat şartlarının getirdiği riskler ve sosyal problemler ile halkımızdan gelen yoğun müracaatlar göz önünde bulundurularak “sigorta” konusu görüşüldü:
 
Sigorta; sigortacının, bir prim karşılığında diğer bir kimsenin para ile ölçülebilir bir menfaatini halele uğratan bir tehlikenin (rizikonun) meydana gelmesi halinde tazminat vermeyi yahut bir veya birkaç kimsenin hayat müddetleri sebebiyle veya hayatlarında meydana gelen belli bir takım hadiseler dolayısıyla bir para ödemeyi veya sair edalarda bulunmayı üstlendiği bir akittir (Türk Ticaret Kanunu Madde 1263).
 
Sigorta, İslâm’ın ilk dönemlerinde bilinmeyen, yakın zamanlarda ortaya çıkmış bir akittir. Bu nedenle sigorta konusunda fıkıh kaynaklarımızda bir açıklama bulunmamaktadır. Bu konuda ilk defa görüş beyan eden, İbn Âbidîn’dir. Adı geçen müellif sigorta konusunu, Raddü’l-Muhtâr adlı haşiyesinin Kitabu’l-Cihâd bölümünün Müste’men alt başlığı altında ele almıştır.
 
Çağdaş araştırmacılar sigorta konusunu incelemiş ve dinî hükmünü açıklamaya çalışmışlardır. Sosyal sigortalar ve karşılıklı sigortanın caiz olduğu konusunda bu bilginler ittifak etmekle birlikte, ticarî sigortanın hükmü konusunda görüş ayrılığı içerisindedirler. Ticarî sigortanın hükmü konusunda üç ayrı görüş bulunmaktadır:
 
1. Birinci görüşe göre, ticarî sigortaların hiçbir çeşidi caiz değildir. Zîra ticarî sigortada bilinmeyen unsurlar bulunmakta, bu işlem kumar veya müşterek bahse benzemekte, faiz içermektedir. Ayrıca sigorta haksız tazmindir. Sigorta akdi, güvence gibi objektif olmayan bir şeyin satışıdır. Sigorta ve özellikle hayat sigortasında takdir-i ilâhîye meydan okuma vardır. İslâm’ın yasakladığı bu unsurları taşıyan sigortanın da haram olması gerekir. Buna göre, sigortacının prim, sigortalının da tazminat alması caiz değildir.
 
2. İkinci görüşe göre, hayat sigortası caiz değildir; mal ve eşya sigortası ise esas itibariyle caiz olmakla birlikte, dinen hoş değildir. Ayrıca faiz esasına dayanan sigortalar caiz değildir.
 
3. Üçüncü görüşe göre, sigortayı yasaklayan kesin bir nass bulunmadığından, faiz karışmaması ve genel ahlâka aykırı olmaması şartıyla sigortanın bütün çeşitleri caizdir. Zira akitlerde asıl olan, yasaklayıcı bir nass bulunmadığında helal olmasıdır.
İslâm dini, yeni gelişmeler karşısında ortaya çıkan durum ve şartlara cevap verebilecek özelliğe sahiptir. Hz. Peygamber döneminde bulunmayıp daha sonra ortaya çıkan akitler için de durum böyledir. Bu akitler, İslâm hukukunun esaslarına muhalif bir unsur ihtiva etmiyor; akdin mevzuu, irade beyanı, karşılıklı rıza gibi dinen aranan bütün unsur ve şartları taşıyorsa sahihtir.
Sigorta da, Hz. Peygamber döneminde olmayan ve klasik fıkıh kaynaklarında yer almayan, yeniçağda ortaya çıkmış bir akittir. Bu itibarla sigorta, dinin maksatları doğrultusunda ve nassların genel ilkeleri ışığında değerlendirilerek hükmü ortaya konabilir. Bu amaçla öncelikle sigorta konusunda yapılan tenkitler ele alınacak, daha sonra da genel bir değerlendirme yapılacaktır.
 
a) Sigorta ve Garar/Cehalet İlişkisi
Bazı bilginler, sigorta akdi yapılırken, rizikonun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, gerçekleşmesi halinde ne kadar tazminat ödeneceği bilinmediği için garar unsuru taşıması sebebiyle caiz olmadığını söylemişlerdir.
Garar, akdin haksız kazanca yol açacak ölçüde kapalılık taşıması demektir. Hukukî işlemlerde ve özellikle de iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde, akdin konusunun bilinir ve belirli olması gerekir. Kur’ân ve sünnette, sözleşmelerde açıklık, dürüstlük ve güven ilkeleri üzerinde ısrarla durulmuştur (bk. Bakara 2/188; Nisâ 4/29).

Alışverişlerde gararı yasaklayan hadislerden (Buhârî, Buyû’, 75; Müslim, Buyû’, 4) hareketle İslâm hukukçuları, akitlerde önemli ölçüde kapalılık ve risk içeren, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açan gararın yasak olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Ancak hangi derecedeki gararın, hangi tür akitlerde etkili olacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Genel olarak garar, önem ve derecelerine göre; akdi iptal edici, akdi ifsat edici ve kaçınılması mümkün olmayan garar şeklinde üçe ayrılabilir.

Kaçınılması mümkün olmayan gararın akde herhangi bir tesiri yoktur. Buna karşılık, önemli ölçüde kapalılık ve risk içeren, ana karnındaki yavru, kaçmış hayvanın satımı gibi akitler batıldır. Kapalılık ve risk, eğer akdin konusunun vasfı, miktarı ve vade gibi hususlarda olup, daha sonra giderilebilir ölçüde ise, bu tür garar, akdi ifsat eder. Bu belirsizlikler ortadan kalktığında, sahih bir akde dönüşür.

Cehaletle ilgili olarak; taraflar arasında çekişmeye yol açması kuvvetle muhtemel olan akdin konusundaki cehaletin, akdin sıhhatine engel olduğu; çekişmeye yol açmayacağı kuvvetle muhtemel olan durumlarda ise, akdin sıhhatine engel teşkil etmeyeceği konusunda alimler ittifak etmişlerdir.
Buna karşılık çekişmeye neden olması muhtemel durumlarda, akdin sıhhatine mani teşkil edip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
 
Garar ve cehaletle ilgili düzenlemelerin amacı, hukukî işlemlerde karşılıklı rızayı, açıklık ve dürüstlüğü sağlamak, tarafların beklenmedik bir zarar ve risk altına girmesine, aldatılmasına engel olmaktır. Hz. Peygamber’in yasakladığı tasarruflara bakıldığında, yasak olan gararın, karşılıksız olarak bir tarafın kazancını diğer tarafın da zararını şansa bağlaması bakımından, akdi kumar haline getirecek derecede aşırı belirsizlikler olduğu görülür.

Buna göre akdi bozacak gararın derecesi, günün şartlarına göre belirlenebilir; ortaya çıkan yeni hukuki işlemler de bu doğrultuda hükme bağlanabilir.
Diğer taraftan garar, bizzat kendisi haram olduğu için değil, tartışmaya ve insanların birbirlerini aldatıp haksız kazanç sağlamalarına yol açtığı için haram kılınmıştır. Bu bağlamda sigorta değerlendirildiğinde sigortada, tartışmaya yol açacak belirsizlik ve bilinmezliğin bulunmadığı görülür.

Çünkü sigorta, detaylı bir şekilde hukukta düzenlenmiş olup, kendine mahsus çok ince hesaplarla işlemektedir.
Sigortada ihtimal unsuru yalnızca sigortacı için bahis mevzuudur; sigorta edilen, kaza meydana gelirse sigortalıya tazminatı öder, gelmezse hiçbir şey ödemez. Bunun yanında mezkur ihtimal ancak teker teker sigortaya bağlı akitler ele alındığı zaman vardır, sigortacının yürüttüğü akitlerin hepsi göz önünde bulundurulduğunda, sigorta sistemi için akde mani bir belirsizlik yoktur.

Çünkü sistem, sigortacı için dahi ihtimal unsurunu kaldıran istatistik bir esas içinde bulunmaktadır.
Hz. Ömer, İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer gibi büyük sahabe fakihlerinin ve Hanefîlerin kabul etmiş oldukları muvâlât akdi, sigortada bulunan belirsizliğin akdin sıhhatine mani olmadığını göstermektedir.
 
Bir çeşit yardımlaşma sözleşmesi olan muvâlât akdi, miras bırakacak hiçbir akrabası ve yakını bulunmayan bir kişinin, diğer bir şahısla, ihtiyaç olursa kendinin diyet borcunu ödemesi, buna karşılık kendisine mirasçı olması üzerine yaptığı bir anlaşmadır. Bu akitle akraba çevresi bulunmayan bir kimse, Müslüman toplumda kendine yardımcı ve çevre edinmiş olur.
 
Diğer tarafın akdi kabul etmesi üzerine, muvalât akdi yapan kişinin diyet ödemesi gerektiğinde, anlaşma yaptığı mevlâsı diyetini öder; öldüğünde de geride mirasçısı bulunmaz ise mirası himayeyi kabul eden kişi alır (bk. Mebsût, VIII/91 vd.).
 
Kaldı ki sigortadaki bilinmezlik tek taraflı iken, muvâlât akdinde iki yönlü bilinmezlik mevcuttur. Şöyle ki, akdin kurulması esnasında, kimsesiz olan kişinin kaza ile ölüme sebebiyet verip vermeyeceği bilinmediği gibi, ne kadar miras bırakacağı ve mirasçı bırakıp bırakmayacağı da bilinmemektedir.
Diğer taraftan sigorta sistemi, bütün dünyada umumi iktisadi hayata bağlı diğer sistemlere nispetle en büyük ve sağlam bir teâmül ve tedbir haline gelerek, hukuken düzenlenmiştir. Bundan sonra, tartışmaya yol açacak belirsizlik olduğu söylenemez.
 

 

b) Sigorta – Kumar İlişkisi
Sigortayı değerlendiren günümüz bilginlerinden bazıları, sigortanın konusu olan riskin olup olmayacağı belirsiz olduğundan kumar anlamı taşıdığını ileri sürerek sigortanın caiz olmadığını söylemişlerdir.
 
Kumar, ortaya para koyarak oynanan talih oyunudur. Sigortanın kumara benzetilmesi doğru değildir. Zira sigorta sözleşmeleri kumar ve bahis gibi şansa bağlı sözleşmelerden değildir. Kumar ve bahiste taraflar, kararlaştırmış oldukları parayı kaybetmeyi başta göze alıp, bir ihtiyacı karşılamayı değil, oyun aracılığı ile emeksiz bir zenginleşmeyi amaçlamaktadırlar.

Sigorta sözleşmesinde ise sigortalının tesadüfe bağlı bir olaydan zenginleşmesi söz konusu değildir. Çünkü sigortacı, risk gerçekleşince, üzerine aldığı riskin meydana getirdiği zararı, sigorta sözleşmesine dayalı olarak öder. Sigorta sözleşmesinde öngörülen riskin gerçekleşmesi halinde sigortalının uğradığı zarar giderilmekte olup sigortalıya bir zenginleşme sağlamamaktadır.
 
Kumarda hiçbir surette dayanışma ve yardımlaşma özelliği ve niyeti yoktur. Aksine, karşı tarafı mağlup etme ve malını alma niyeti vardır. Bu da dayanışmayı değil, kin ve nefreti doğurur. Sigorta sözleşmelerinde ise, riskin gerçekleşmesi, kumar ve bahiste olduğu gibi taraflarca istenilen bir durum değildir. Ayrıca kumar ve bahiste tehlikenin (kaybetmenin) önlenebilme ihtimali bulunmakla birlikte, sigorta sözleşmelerinde rizikonun önlenebilmesi söz konusu değildir.
 
Kumarda alınan meblağın hiçbir sınırı yoktur. Kumarda insan bütün maddi ve ahlâkî değerlerini yok edebilir. Sigortada ise belli bir kayıp (risk) karşılığında, onun kadar alma söz konusudur.
Öncelikle kumarın haram olmasının birinci amili, daha önce de belirtildiği gibi, ahlâkî ve içtimâîdir. Bu itibarla en büyük içtimâî ve ahlâkî dertlerden biri olan kumar ile, faaliyet sahasında insanın malına ve canına dokunan kazaların-felaketlerin zararını ve acısını azaltmak için bir tür yardımlaşma olan sigorta sisteminin birbirine kıyaslanması uygun olmaz.
 
c) Sigortanın Konusu
Sigorta sözleşmesinde, sigortalının ödemiş olduğu prime karşılık, güven verme gibi mücerret/sübjektif bir şey satıldığı ifade edilerek sigortanın caiz olmadığı ileri sürülmektedir. Ayrıca güven vermek bir hayır işi olduğundan bunun karşılığında para alınamayacağı iddia edilmektedir.
Sigortada gerçek karşılık, sigortalının ödediği primle elde ettiği teminattır.

Bu teminat ve taahhüt ise, risk meydana gelmeden, akdin yapılmasıyla hasıl olmaktadır. Zira sigortalıya güvenlik veren bu taahhüt ve teminat sayesinde, riskin meydana gelmesi ile gelmemesi, sigortalı açısından farksız hale gelmektedir. Şöyle ki, risk meydana gelmezse mallarının, haklarının ve menfaatlerinin zarar görmesi söz konusu değildir; risk meydana gelirse alacağı tazminat sayesinde kaybı telâfi edilebilir.
 
Güvenin bir hayır işi olduğunu söyleyerek satışının caiz olmadığını söylemenin de hiçbir delili yoktur. Kaldı ki bilginler, Kur’an öğretimi, imamlık, müezzinlik gibi sırf ibadet ve hayır işinde dahi ücret alınmasının caiz olduğunu söylemişlerdir.
 
d) Sigorta ve Haksız Tazmin İlişkisi
Sigorta konusunu araştıran bazı bilginler, sigortada haksız tazmin bulunduğunu söylemektedirler. Onlara göre, sigortacı bu akitle, sigortalının zararını ödemeyi üstlenmekte, böylece yükümlü olmadığı bir borcu yüklenmektedir. Meselâ, emanet akdinde, emanet alanın, kusuru olmaksızın emanet olarak bırakılan malın helak olması halinde, akitte şart koşulmuş olsa bile, tazmin edilmesi gerekmez.
 
Sigortada haksız tazmin söz konusu değildir. Zira sigortacı ödemeleri bilerek, hesaplayarak ve isteyerek yapmaktadır. Kaldı ki bunun benzeri, kefalet, muvalât gibi meşru akitlerde de bulunmaktadır. Hanefî, Malikî ve Hanbelîlere göre meçhul bir borca kefil olmak sahihtir ve gerektiğinde kefilin bu borcu ödemesi gerekir. Mesela bir kişi, diğerine “şu yolu tutup git; çünkü emin bir yoldur, eğer başına bir şey gelirse ben ödeyeceğim” dese, o da söz konusu yoldan giderken soyulsa, teminat veren zararı öder (bk. İbn Âbidîn, Raddu’l-Muhtâr, V/332).
 
İslâm dininde benimsenen âkile sistemi de, sigortanın haksız tazminat olduğu gerekçesiyle reddedilmesinin uygun olmadığını göstermektedir. Kaza ile bir insanın ölümüne sebep olan kişinin ödemesi gereken tazminat, âkilesine, yani erkek tarafından akrabalarına veya divan, meslek ve benzeri mensubu bulunduğu gruba taksim edilir. Âkile sisteminin meşru olduğu konusunda sahih hadisler bulunmaktadır (bk. Buhârî, Diyât, 24; Müslim, Kasâme, 11; Tirmizî, Diyât, 18).
 
Âkile sisteminde, tazmînatın taksim edilmesi iki hikmete yöneliktir:

a) hata ile diyeti gerektiren bir eylemi işleyen kimsenin ağır malî yükünü hafifletmek,

b) kazâya uğrayanların heder olmasını önlemek. İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr adlı eserinde, “… İslâm’dan önce iyilik olsun diye ve asalet icabı tazminatı yükleniyorlardı; İslâm da bunu kabul etti; yani gerekli ve mecbur kıldı. Bu adete insanlar arasında rastlanır; hırsızlık, yangın gibi bir zarara maruz kalan kimse için -aynı sebeple- yardım toplarlar.” demektedir (bk. İbn Âbidîn, Raddu’l-Muhtâr, VI/640 vd.).
 
Malikîlerin kabul ettiği borçlu kılan vaat de, sigortacının riski üstlenmesinin aykırı olmadığını göstermektedir: Bir şahıs diğerine -aslında mecbur olmadığı halde- ödünç veya iğreti vereceğini yahut da bir zararı karşılayacağını vaat etse bu vaat ile borçlu hale gelir. Söz verilen şahıs zikredilen sebebi yapmaya teşebbüs etmedikçe söz veren cayabilir, teşebbüsten sonra ise cayamaz.

Meselâ bir şeyi satın almak isteyen kimseye almak istediği şeyin bedelini vaat etmesi, onun da satın alması; evlenmede mehir meblağını ödünç vereceğini söyleyip berikinin buna güvenerek evlenmesi gibi durumlarda söz borçlu kılar. İbn Rüşd bunu “çünkü bu, satışa bağlanmış bir vaattir; vaat bir sebebe bağlandığı zaman, sebep gerçekleşince yerine getirilmesi gerekir. Görüşler içinde en yaygın olanı budur” şeklinde izah etmektedir (Uleyş, Fethu’l-Aliyyi’l-Malik fi’l-Fetâ Alâ Mezhebi’l-İmâmi’l-Mâlik, I/241 vd.).

Buna göre, “sigorta akdi, sigortacının, borçlandıran vaat yoluyla, meydana gelmesi muhtemel bir olayın zararını, vaat edilen şahıs adına yüklenmesinden ibarettir” denilebilir.
 
e) Sigorta ve Faiz – Haksız Kazanç İlişkisi
Sigortanın caiz olmadığını ileri süren bilginler, sigortada üstlenilen risk meydana geldiğinde ödenen tazminatın fazla olması durumunda alınan ile ödenen arasında fark bulunduğundan faiz olduğunu, denk olması halinde de adeli olarak nakdin satılması nedeniyle faiz gerçekleştiğini söylemektedirler. Ayrıca sigorta şirketlerinin primleri faize yatırarak değerlendirdikleri de öne sürülmektedir. Sigortada üstlenilen riskin meydana gelmemesi veya tazminatın az olması durumunda ise, sigortacının karşılığı olmayan, haksız bir kazanç elde ettiği ifade edilmektedir.
 
Faiz, akitte şart koşulmuş bulunan karşılıksız fazlalık veya ribevî mallardan aynı sınıfa dahil olanların birbirleriyle veresiye olarak satılması anlamına gelmektedir (Mebsût, XII/109; Muğnî, IV/3). Faizi diğer muamelelerden ayıran en önemli özellik, fazlalığın lafzen veya hükmen akitte şart koşulmuş olmasıdır. Meselâ borcun iadesinde, bir hediye verilmesi halinde, bu fazlalık şart koşulmadığı için faiz değildir.
 
Genel olarak sigortada, mutlak anlamda faizin tanımında yer alan “şart koşulmuş karşılıksız fazlalık” bulunmamaktadır. Sigorta, prim karşılığında tazminatın satışı olmayıp, güven ve teminat verme karşılığında prim almaktır.
Sigortacının prim almasına rağmen kaza meydana gelmediği takdirde bu primin karşılıksız olduğu söylenemez; zira sigortacının sigorta sözleşmesinden doğan borcu sadece riziko gerçekleşince sigorta tazminatını ödemek değil bunun yanında sigorta süresi içinde muhtemel rizikoyu da üzerinde taşımaktır.

Bu çerçevede sigortacının rizikoyu üzerinde taşıma borcunun karşılığını, sigortalının prim borcu oluşturmaktadır. 
Diğer taraftan sigorta sistemi, sigortalının, faizde olduğu gibi daha çok kazanması amacına yönelik olmayıp, kaybının telafisi esası üzerine çalışır. Kaza sigortalarında sigortacı, sigortalının gerçekten uğradığı zararı, tehlikenin oluşması ile sigorta ettirdiği malda meydana gelen azalmayı telafi etmektedir.

Bu sebeple sigortacının vereceği tazminat miktarı, sigortalının maruz kaldığı zararı ve sigorta sözleşmesinde belirlenen sigorta bedelini hiçbir şekilde aşmamaktadır. Bu suretle, sigortalının sebepsiz yere mal kazanmış olmasına imkan verilmemektedir.
Sigortacının, birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemi primleri dışındaki paraları hangi alanda değerlendirdiği, sigortacı ile sigortalı arasındaki ilişkide ve sigortanın hükmü üzerinde etkili değildir. Bu konuda sorumluluk sigortacıya aittir.
 
Ancak ticarî sigorta çeşitlerinden birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sisteminde, genel olarak primler şirketler tarafından nemalandırılarak iştirakçilere kâr payı dağıtılmaktadır. Bu da bir nevi ortaklık olduğundan, yatırılan primlerin değerlendirilme alanları dînî hüküm bakımından önem kazanmaktadır. Buna göre yatırılan primlerin, dinen helâl olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda, bu tür birikimli hayat sigortası yaptırmak ve bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemine dahil olmak ve bunların verdiği kar paylarını almak caiz;
 
Helâl olmayan alanlarda nemalandırılması halinde ise caiz değildir. Diğer taraftan, belli bir süre prim ödendikten sonra, sigorta şirketinin maktu bir meblağ ödemesi veya aylık bağlaması şeklinde yapılacak hayat sigortası; paranın vadeli olarak satışı olacağından faiz kapsamında değerlendirilir.
 
f) Sigorta ve Kader İlişkisi
Sigorta akdinde, özellikle hayat sigortasında Allah’ın kudretine meydan okuma manasının mevcut olduğu ileri sürülmektedir. Halbuki sigorta, sigortalanan riskin vuku bulmayacağının değil, vuku bulduğu takdirde riskin meydana getireceği zararları tazmin edilmesi veya hafifletilmesinin taahhüdüdür. Sigorta, kişinin yalnız başına taşıyamayacağı bir zararı, diğer sigortalıların katkılarıyla sigortacının üstlenmesidir.
 
Özet olarak;
Akitlerde asıl olan caiz olmaktır; İslâm’ın öngördüğü temel prensiplere aykırı bir husus içermeyen ve akdin dinen aranan bütün unsur ve şartlarını taşıyan her akit sahihtir. Bu itibarla, Asr-ı saadette ve müçtehit imamlar döneminde bilinmeyen ve yakın zamanda ortaya çıkan sigorta da, söz konusu unsur ve şartları taşıması halinde caizdir.
 
Bu bağlamda sigortanın caiz olmadığını ileri süren bilginlerin gerekçeleri değerlendirilmiş ve bu gerekçeler sigortanın caiz olmadığını ortaya koyacak nitelikte görülmemiştir.
Diğer taraftan ticarî sigortaların, sadece hedefinin kazanç olduğu gerekçesiyle reddedilmesi de doğru değildir. Bu gerekçeyle caiz olmadığını söyleyen fıkıhçıların hemen tamamı, sosyal sigortaları ve karşılıklı sigortaları, hedefi yardımlaşmadır diye caiz görmektedirler.
 
Oysa öz itibariyle sosyal sigorta kurumları ile özel sigortalar arasında, hüküm değişikliğine götürecek temel bir fark yoktur. Sosyal sigortalarla özel sigortalar arasındaki farklar; sosyal sigortaların kanunla kurulmuş kurumlar tarafından yapılıyor olması, zorunlu olması, sigortalı olabilmek için kişilerin belli bir statüde olmaları, ödenecek prim ve bu sigorta ile sağlanacak menfaatlerin her sigortalının özel durumuna göre düzenleniyor ve sosyal sigortaların öngördüğü risklerin daha ziyade sosyal sınıfları tehdit ediyor olmasıdır.
 
Sigorta, meydana gelen zararın yalnızca riske maruz kalanın üzerinde kalması yerine, sigortalıların ödedikleri primlerden ödenen tazminat yoluyla bütün sigortalılara dağıtılmasını ve böylece felaket ve kazaların zararının hafifletilmesini gaye edinmiş karşılıklı taahhüt ve yardımlaşmaya dayanan bir sistemdir. İslâm’ın, sosyal ve iktisadî hayata dair bütün düzenlemelerinin hedefi, hak ve görevlerde, mutlak manada karşılıklı yardımlaşma ve kefâlet esasına dayanan bir toplum meydana getirmektir. Buna göre sigorta İslâm dinindeki bu yüce hedefe aykırı değildir.
 
Başta ticaret olmak üzere pek çok ilişkinin globalleştiği günümüz dünyasında ticarî sigortanın bulunmaması başlı başına bir risk teşkil eder ve Müslümanların ekonomik açıdan mağlubiyetini sonuç verir.
 
Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;
 
  • a) Genel olarak, sosyal sigortalar, karşılıklı sigortalar ve ticarî sigortaların caiz
  • olduğuna,
  • b) Kâr payı esasına dayalı çalışan birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf
  • ve yatırım sisteminin ise, yatırılan primlerin, dinen helâl olan alanlarda değerlendirilmesi
  • durumunda caiz olduğuna,
  • c) Konusu din tarafından yasaklanmış olan sigortanın caiz olmadığına, 
  • Karar verildi.
Din İşleri Yüksek Kurulu, 16.11.2016 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Dr. Ekrem KELEŞ’in başkanlığında toplandı. Prof. Dr. Ahmet YAMAN tarafından geliştirilen “Ağ Pazarlama ya da Çok Katlı Pazarlama Uygulamaları” adlı metin görüşüldü.
 
Kamuoyunda “Ağ Pazarlama”, “Doğrudan Satış” veya “Network Marketing” adıyla bilinen uygulamanın iki farklı işleyişi bulunmaktadır. Birincisi “Piramit Satış Sistemi” denilen ve gerçekte saadet zinciri olan uygulamadır. Bu sistemde amaç, üye toplamak olup bir mal veya hizmet satışı ya hiç bulunmamakta ya da sistemi meşrulaştırmak için göstermelik bir ürün bulunmaktadır. Sistem aşırı bilinmezlik, aldatma, haksız kazanç vb. sakıncalar sebebiyle caiz değildir.
 
Çok katlı ağ pazarlama sisteminin diğer bir uygulama şekli ise mal veya hizmet satımı üzerine kurulmuş olup geleneksel satış sistemlerinde bulunan aracıları ortadan kaldırarak doğrudan tüketiciye ulaşmayı hedeflemektedir. Bu sistemde her ne kadar satıma konu olan bir mal veya hizmet bulunsa da bazıları, çalışma yöntemleri açısından piramit satış sistemi ile de büyük oranda uyuşabilmektedir. Bu sebeple sistemin caiz olabilmesi için şu temel ilkeler dâhilinde işlemesi gerekmektedir:
 
1- Sistemde yer alanların elde ettiği kazanç, ağırlıklı olarak sisteme yeni kişiler kazandırılması ve bu sayede oluşan komisyon, prim, teşvik, ödül ve benzeri isimler altında nitelendirilen menfaatlerin dağıtılması üzerine kurulmamalıdır. Dolayısıyla sistemin, yeni kişiler kazandırmayı değil mal veya hizmetlerin satışını esas alması gerekir. Ayrıca satılan bu mal veya hizmetlerin dini açıdan meşru olması gerekir.
 
2- Sisteme dâhil olmak isteyenlerden işe başlamaları ya da başladıktan sonra sistemde kalabilmeleri için veya daha sonradan herhangi bir gerekçeyle karşılıksız bir ücret talep edilmemelidir. Bu meyanda organizasyonun normal hizmet giderleri dışında herhangi bir isim altında bir bedel alınmamalıdır.
 
3- Üyenin, firmadan mal/hizmet alabilmesi için yeni üye bulma zorunluluğu olmamalıdır.
 
4- Sisteme dâhil olan katılımcının bizzat kazandırdığı yeni üyeler sebebiyle bir prim alması caizdir. Ancak kazandırılan üyenin daha sonradan yaptığı satışlardan ve onun da getirdiği yeni üyeler ile onların yaptığı satışlardan, herhangi bir emek veya üstlenilen risk olmaksızın prim almak ise caiz değildir.
 
5- Üye istediği zaman sistemden herhangi bir cezaî şarta muhatap olmadan ayrılabilmelidir. Fakat üyenin ayrılmasının, baştaki taahhütleri dolayısıyla ilgili firmanın gerçek bir zarara uğramasına sebep olması haline münhasır olmak üzere cezaî şart koşulabilir. Bu şartları taşımayan bir ağ pazarlama ya da doğrudan satış sistemi caiz değildir.
 
GEREKÇE:
Sanayi devriminden sonra üretimin eskiye göre daha çok artması üretici firmaları, ürünlerini satma konusunda yeni pazarlama yöntemleri bulmaya sevk etmiştir. Bunlardan birisi de doğrudan pazarlama yöntemidir. Network Marketing denilen pazarlama sistemi de doğrudan pazarlama yöntemlerinden biridir.
 
Literatürde “Network Marketing”, “Multi-level Marketing”; “ التسویق الشبكي ” ya da التسویق الھرمي“ ”olarak ifade edilen sistemin Türkçedeki karşılığı olarak “Ağ Pazarlama”, “Çok Katlı (Katmanlı) Pazarlama” ve “Doğrudan Satış” ifadeleri kullanılmaktadır. Genel olarak bakıldığında sistemin ikiye ayrıldığı görülmektedir. Birincisi piramit satış sistemi denilen ve amacı mal/hizmet satmak olmayan sistem, ikincisi ise temeli mal satışına dayalı olan çok katlı pazarlama sistemidir. (Sistemlerle ilgili bilgiler için bk. Ali Çağlar Çakmak, 42TDoğrudan Satış ve Şebeke Yoluyla Pazarlama Sistemi42T, İstanbul 2011; Erdinç Tekbaş, 42TTicari Cemaatler: Çok Katlı Pazarlama Sistemi42T, Ankara 2011; Abdurrahman Savaş, 42TNetwork Marketing Sözleşmesi42T, İstanbul 2016)
 
Bunlardan Ponzi Şeması olarak da bilinen piramit satış sistemi, esasında bir doğrudan satış yöntemi olmayıp aslı, saadet zinciri olarak bilinen organizasyon şeklidir.
 
Ülkemizde yürürlükte olan 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun “Piramit Satış Sistemleri” başlıklı 80. maddesinin birinci fıkrası söz konusu sistemi şöyle tanımlamıştır: “Piramit satış; katılımcılarına bir miktar para veya malvarlığı ortaya koymak karşılığında, sisteme aynı şartlar altında başka katılımcılar bulma koşuluyla bir para veya malvarlığı kazancı olanağı ümidi veren ve malvarlığı kazancının elde edilmesini tamamen veya kısmen diğer katılımcıların da koşullara uygun davranmasına bağlı kılan, gerçekçi olmayan veya gerçekleşmesi çok güç olan kazanç beklentisi sistemidir.”
 
Piramit satış sisteminin haram olduğu konusunda günümüz bütün İslam âlimleri ittifak halindedirler. Zira bu sistemin amacı mal/hizmet satmak değil, üye toplamak suretiyle para kazanmaktır. Çoğu zaman alınan bu ücretin karşılığında herhangi bir mal/hizmet bulunmamaktadır. Mevcut olanlarda ise bu, sistemi meşru göstermek için satılan göstermelik bir üründen ibarettir. Bu sebeplerle piramit satış sistemi fıkhî açıdan caiz değildir.
 
Diğer taraftan yukarıda adı geçen 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun “Ceza Hükümleri” başlıklı 77. maddesinin onyedinci fıkrası da şu müeyyideyi koymuştur: “Bu Kanunun 80 inci maddesine aykırı olarak piramit satış sistemini başlatan, düzenleyen veya toplantı, elektronik posta veya diğer birçok kimsenin de katılımını sağlamaya elverişli yöntemlerle yayan veya böyle bir sistemin diğer bir şekilde yayılmasını ticari amaçlarla destekleyenler hakkında 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanır.”
 
Şu halde asıl amacı, ihtiyaç duyulan meşru mal ve hizmet satmak değil, gerçekçi olmayan veya gerçekleşmesi çok güç olan kazanç beklentisi oluşturarak üye toplamak suretiyle para kazanmak olan piramit satış sistemini kurmak, işletmek ve buna üye olmak caiz değildir.
 
Ağ pazarlama sisteminin ikinci şekli ise doğrudan pazarlamanın bir çeşidi olan çok katlı pazarlama sistemi olup kişisel girişimciliğin ön planda olduğu ve üyelerini doğrudan ve dolaylı satışlar sonucunda ödüllendiren bir organizasyondur. Çok katlı pazarlama, genel dağıtım kanallarına verilmeyen özel ürünlerin bireylerden (distribütörler) oluşan bir ağ kullanılarak satıldığı ve her bireyin hem yaptığı satışlar hem de kendisinin bulduğu ilave distribütörlerin yaptığı satışlar üzerinden prim ya da komisyon aldığı pazarlama modelidir.
 
Çok katlı pazarlama sisteminde genellikle üretici firma ya da şirket, sponsor, distribütör ve alıcı/tüketici olmak üzere dört taraf bulunmaktadır. Firma, ürünlerini mağazalar yerine sponsor ve distribütör vasıtasıyla satan kuruluştur. Distribütör, üye olmak suretiyle üreticiden/şirketten belirli bir indirimle mal satın alıp bunu başkalarına satan kişidir. Üye olmak için genellikle bir miktar ürün alımı zorunludur. Alıcı/Tüketici ise sisteme üye olmadan distribütörden malları alan kişidir. Distribütör, firmadan indirimle aldığı ürünlerin üstüne kendi kârını koyarak tüketiciye satar.
 
Bu sistemin genel çalışma modeline göre, doğrudan satıcılar, sisteme yeni üyeler bulmak ve bunları eğitmek durumundadırlar. Bu pazarlama şeklinde “sponsor” ya da “üst hat” olarak da adlandırılan katılımcılar, hem ürünlerin ve hizmetlerin perakende satışını yapar, hem de perakende satış yapacak kişilerden bir satış ekibi oluşturur. Böylece, kendi yaptığı satışların yanı sıra ekibinin yapmış olduğu satışlardan da gelir elde eder. Çok katlı pazarlamanın en önemli özelliği, sponsorlara sadece kaydettikleri üyelerin satışlarından değil, onların da kaydettikleri üyelerin satışlarından komisyon alma imkânı sağlamasıdır.
 
Çok katlı pazarlama sistemi, yapısı itibari ile birden fazla hukuki ilişkiyi bünyesinde barındırmaktadır. Bu sebeple konu hakkında hüküm verebilmek için sistemde yer alan taraflar arasındaki ilişkinin hukuki niteliği ayrı ayrı incelenmelidir.
Firma ile distribütör arasındaki ilişki bir satış (bey’) akdidir. Bu durumda fıkhi açıdan ortada gerçek bir mal/hizmet bulunması, dinî açıdan satılması haram olan bir mal/hizmet olmaması, fiyatın belli olması vb. genel şartların uygunluğuna bakılır.
 
Firma ile distribütör/sponsor arasında yeni üye bulma konusundaki ilişkisi ise simsarlık, icâre, vekâlet, hibe ve cuâle olarak farklı şekillerde izah edilmiştir. Bu akitlerin herbiri şer’an geçerli olmakla birlikte ilgili yönetmelikler, firma ile distribütör arasında yapılan sözleşmeler ve yerleşen algı hesaba katıldığında söz konusu ilişkinin cuâle yani yapılacak bir iş karşılığında mükâfat vaad etme akdine yakın olduğu görülmektedir.
 
Zira şirketin verdiği primler, distribütörlerin yaptıkları hizmetler karşılığında önceden vaad edilmiş ödüller konumundadır. Üye kazanıp kazanamama ve kazanılan yeni üyelerin satış yapıp yapamayacakları belirsiz olsa da bu noktadaki bilinmezlik/belirsizlik, ihsan kabilinden olan cuâlede mazur görülmüştür.
 
Fakat burada şu hususa işaret edilmelidir: Firma sadece üyenin bizzat getirdiği alt üyelerin karşılığında bir defaya mahsus bu ödülü (prim) ödemelidir. Zira sponsorun, yeni üyeyi sisteme dâhil ettikten sonra onunla doğrudan bir ilişkisi kalmamaktadır. Yeni üye, giriş paketi satın aldıktan sonra artık firma ile bizzat muhatap olup ondan mal/hizmet alma ve yeni üyeler bulma hakkı elde etmiştir. Dolayısıyla o da kendi namına ve hesabına çalışmaktadır. Sponsor ile diğer alt üyeler arasında ise hiçbir ilişki bulunmadığından sponsorun üçüncü kişilerin çalışmasına bağlı olarak prim almasının haklı bir gerekçesi ve fıkhî bir temeli bulunmamaktadır.
 
Çok katlı pazarlama sisteminde görülen sakıncalardan birisi de bazı firmaların sisteme ilk girişte karşılığında mal/hizmet bulunmayan veya içinde eğitim materyallerinin bulunduğu paket karşılığında gibi göstermelik bir gerekçeyle belli bir ücret almalarıdır. Gerçek bir mal ve hizmet sunumuna dayanmayan bu ücretin alınması caiz değildir (Bakara, 2/188) Aynı şekilde, organizasyonun normal hizmet giderleri dışında herhangi bir isim altında bir bedel alınması da caiz değildir.
 
Kaldı ki, konuyla ilgili çıkarılan yönetmelikte de, çok katlı pazarlama firmalarının doğrudan satıcı olarak sisteme dâhil olmak isteyenlerden işe başlamaları ya da işe başladıktan sonra sistemde kalabilmeleri için giriş aidatı, başlangıç paketi, yenileme ücreti, aidat ve paket ücreti gibi herhangi bir isim altında bedel alamayacakları belirtilmiştir (İş Yeri Dışında Kurulan Sözleşmeler Yönetmeliği, md. 25/4).
 
Diğer taraftan bazı firmalar, distribütöre “yeni üyeler bulması” şartıyla mal satmaktadırlar. Bu ise, sözleşmenin niteliğine uygun olmayan ya da sözleşmeyi kuvvetlendirici bir özelliğe sahip olmayan ve taraflardan sadece birine menfaat sağlayan fasit bir şarttır. (Mergınânî, el-Hidâye, V, 120) Bu durumda şartın geçersiz, sözleşmenin ise geçerli olması gerekir. Ancak çok katlı pazarlama sisteminde, distribütörün tek taraflı olarak şartı geçersiz sayması mümkün değildir.

Bu sözleşme, iltihaki sözleşmeler grubundan olup distribütör ya tamamıyla kabul eder ya da reddeder. Bu sebeple sözleşme bütünüyle geçersiz hale gelmektedir.
 
Sonuç itibariyle, çok katlı pazarlama sistemi, temelinin mal/hizmet satışına dayalı olması sebebiyle piramit satış sistemi ile aynı kapsamda değerlendirilmese de uygulamada bazı sakıncalar görülebilmektedir. Bu sakıncaları bertaraf etmek üzere yukarıda cevap başlığı altında sıralanan şartlara riayet etmek gerekir. Bu şartlara riayet edilmemesi halinde yapılan işlemler caiz değildir.
 
Nitekim günümüzde yürürlükte olan İş Yeri Dışında Kurulan Sözleşmeler Yönetmeliği’nin 25. maddesi de tüketici mevzuatına uygun bir biçimde faaliyet göstermek isteyen doğrudan satış şirketlerinin uyması gereken temel esaslar arasında benzer şartları saymıştır. Diğer taraftan üye olup bir şekilde sisteme dâhil olmayı düşünen kişilerin bu sisteme yöneltilen “insanları gerçekleştirilmesi zor hatta imkânsız hayallerle aldatması” eleştirisini dikkate almaları ve meşruiyet sorgulamasına girmeksizin maddî kazanç elde etmenin uhrevî vebalini hesaba katmaları yerinde olacaktır.

Bankaların, kamu veya özel sektörde çalışanlara, çalıştığı kurumlar tarafından maaşlarını kendilerinden almayı tercih etmeleri karşılığında vermiş oldukları promosyonlar, işleyiş bakımından faize tam olarak benzememekle birlikte faiz şüphesinden de tümüyle uzak değildir.

Bu itibarla, temel ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olanların bu parayı kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları yakınları için kullanmamaları; bilakis ihtiyaç sahibi fakirlere vermeleri uygun olur.

1. İslam’a göre faizin her türlüsü kesin bir şekilde haram kılınmıştır. Bu bakımdan, adı ne olursa olsun herhangi bir faizli kuruluştan ihtiyaç, ferdi, ticari, konut, araba vb. kredi almak faizdir. Bu nedenle Müslümanın açlık, susuzluk, barınmanın olmayışı veya sağlık problemlerinden dolayı oluşan hayati tehlike gibi zaruret olmadıkça faiz alması da faiz vermesi de caiz değildir ve Müslümanın bu tür faizli muamelelerden şiddetle kaçınması gerekir.

2. İslam dini, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan elde etmelerini önerir. Dinimizde, haram kılınan şeylerin yapılması haram ve günah olduğu gibi, sözü edilen fiillerin yapılmasına yardımcı ve aracı olunması veya bunlara rıza gösterilmesi de günahtır. Buna göre; bir işyerinin, helalinden kazanma konusunda alternatif imkânlar bulunduğu sürece ve zaruret olmadıkça, dinen yasaklanan eylemleri yapacağı bilinen kişi ya da firmalara kiraya verilmesi caiz olmadığı gibi, bu yolla elde edilen kira geliri de helal değildir.

Ülkemizde önceki yıllarda isteğe bağlı olarak tesis edilen bireysel emeklilik uygulaması, 2017 yılı başından itibaren, 45 yaş altındaki çalışanların tamamı için zorunlu hale getirilmiştir. Bu yeni düzenlemeye göre işveren, çalışanını Hazine Müsteşarlığı’nca uygun görülen bir şirketin sunacağı emeklilik planına dâhil edecek ve kazancının belli bir yüzdesini, bireysel emeklilik sistemine aktaracaktır. Sistemin amacı ülkede tasarrufu teşvik etmek ve çalışanların emeklilik döneminde refahlarının artmasını sağlamaktır. Çalışanı otomatik olarak sisteme katan bu kanunî düzenleme ayrıca, kişilere sistemden çıkma hakkı da tanımaktadır.

 

Dini açıdan devletin vatandaşlarına yönelik tasarrufu, onların menfaatleri doğrultusunda olmalıdır. Bu kural “Raiyye, yani tebe’a üzerine tasarruf maslahata menuttur.” (Mecelle md. 59) şeklinde bir genel ilkeye de bağlanmıştır. Buna göre devlet, vatandaşlarının ya da ülkenin menfaatlerini gözeterek böyle bir uygulama yapabilir.

 

Zorunlu olsun isteğe bağlı olsun emeklilik sistemine dâhil olanlara devlet kendiliğinden belli oranlarda katkı yapabilir.

Bireysel emeklilik sisteminin dinî açıdan en önemli ve hassas noktası, birikimlerin nerede ve hangi şartlarda değerlendirileceğidir. Kazancın helal olması, bunun kaynağının ve yönteminin dinen meşru olmasına bağlıdır. Bu sebeple işverenin, birikimlerin değerlendirilmesi hususunda İslam’ın haram saydığı alan ve işlemlerden uzak durması gerekir.

 

Çalışanların, birikimlerinin kendi inanç ve değerlerine göre işletilmesini beklemeleri doğal haklarıdır. Bu bağlamda dini duyarlılığa sahip çalışanlar, birikimlerinin meşru alanda değerlendirilmesini talep etmelidirler.

Şu halde bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemi, birikimlerin dinen helal olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caizdir; aksi halde ise caiz değildir.

Tahvil, orta ve uzun vadede borç sağlamak amacıyla anonim şirketler, devlet ya da kamu kuruluşları tarafından çıkarılan, yatırımcıların anaparasını garanti altına almasının yanında belirli vadelerle hamiline faiz getirisi sağlayan borç senetleridir. İslam’da verilen borcun belli bir senetle teminat altına alınmasında herhangi bir sakınca yoktur. Ancak anaparanın dışında herhangi bir ücret almak ya da menfaat sağlamak faiz kapsamındadır. Buna göre, altın tahvili, Altına endeksli bir iç borçlanma senedi olması hasebiyle, vade sonunda anaparaya ilaveten belli oranda faiz getirisi sağladığından dinen caiz değildir.

Devletin son zamanlarda çıkardığı altına dayalı kira sertifikası uygulaması ise, belli miktarda altın birikimine sahip bir kimsenin, bu meblağ karşılığında bir varlığı (gayrimenkul) ya da hisseyi belli süre sonra geri satabilme ya da devir hakkı saklı kalmak kaydıyla devletten satın alması ve ardından devlete kiralaması işleminden ibarettir. Dolayısıyla altın kira sertifikasına  sahip olan bir kimse; devletten satın alıp yine devlete kiralamış olduğu bir varlığa ait mülkiyeti temsil eden belgeye sahip olmakta ve belirlenen kira bedelini almaktadır. Üzerinde anlaşılan vadenin bitiminde ise devlet, sertifika karşılığında almış olduğu altını sertifika sahibine aynı miktarda fiziki olarak teslim etmek, hesabına yatırmak ya da o günkü değeri üzerinden nakit olarak geri vermek suretiyle malı ondan satın almaktadır. 

Fıkıh literatüründe, bir malı müşteriden bizzat kiralamak ve bedeli iade edildiğinde de geri almak üzere yapılan satışa “bey’ bi’l-istiğlâl” adı verilmiştir (Mecelle, md. 119).

 

Vefâ yoluyla satış ve icareden mürekkep bir akit olarak kabul edilen bu muamele hakkında farklı yaklaşımlar ileri sürülmüş olmakla birlikte, akde konu taşınmazın satışı ve tahliye yoluyla müşteriye teslimi sonrasında müşteriden kiralanması halinde söz konusu muamelenin caiz olacağı bazı âlimler tarafından kabul görmüştür. (Haskefî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, ed-Dürrü’l-Muhtâr Şerhu Tenvîr’il-Ebsâr, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2002, s. 449; Çatalcalı Ali Efendi, Fetâvâ-yı Ali Efendi, Dersaadet 1324, I, 300-301; Ali Haydar Efendi, Hocaeminefendizâde, Düreru’l-Hükkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, DİB, İstanbul 2016, I, 781; Ö. Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul ts., VI, 127-128)

 

Buna göre, yukarıda işleyişi anlatılan altına dayalı gayri menkul kira sertifikası uygulamasında – verilen altınların birebir gram hesabı karşılığında yatırımcıya gayr-ı menkul hissesi satılması ve sahipliğe dayalı kira sertifikası olması şartıyla- fıkhi açıdan herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.

Kullanıcılar arasında değişim ya da kıymet ölçüsü olarak genel kabul gören, kaynağı itibariyle kullanıcılara güven veren her türlü paranın kullanımı caizdir.

Bu noktada önemli olan husus, para olarak bilinen değişim aracının kendi özünde yani üretim şeklinde, sürüm aşamalarında ve muhataplık niteliğinde büyük belirsizlik (garar) içerip içermemesi, bir aldatma (tağrir) aracı olarak kullanılıp kullanılmaması ve belli bir kesimin haksız ve sebepsiz zenginleşmesine vesile olup-olmamasıdır.

 

Son yıllarda ortaya çıkan ve birçok çeşidi bulunan, dijital­-kripto paralardan her birini kullanmanın hükmünü yukarıdaki genel ilkeler doğrultusunda değerlendirmek gerekir.

 

Buna göre kendi özünde ciddi belirsizlikler taşıyan, aldanma ve aldatma riski ileri düzeyde olan, dolayısıyla herhangi bir güvencesi bulunmayan ve kamuoyunda saadet zinciri olarak bilinen uygulamalar gibi belirli kesimlerin haksız ve sebepsiz zenginleşmesine yol açan dijital kripto­ paraların kullanımı caiz değildir.

Son zamanlarda, “Çiftlik Bank” adı altında bir takım sanal oyunlar aracılığıyla üyelerine para kazanma imkânı sunduğu ifade edilen uygulamalar hakkında Din İşleri Yüksek Kuruluna çok sayıda soru yöneltilmektedir. 

Öncelikle ifade edilmesi gerekir ki; İslam’a göre yapılan akitlerin sahih, kazancın da helal olabilmesi için; akde konu olan mal veya hizmetin dinen meşru olması yanında, akdin aldatma, kumar, faiz gibi haram işlemleri içermemesi ve karşılıklı rıza dâhilinde yapılması gerekmektedir.

Konuyla ilgili yapılan araştırmalar ve yetkili kişilerden alınan bilgiler neticesinde söz konusu sistemin bir takım mahzurlar içerdiği görülmektedir. Şöyle ki, sisteme belli miktar para yatıranlara, sanal bazı işlemler yaptıkları için kar elde ettikleri ifade edilerek belirli periyotlarla ödeme yapılmaktadır. Ancak realitede katılımcı tarafından gerçekleştirilen bir alım-satım veya üretim işlemi söz konusu olmadığından, bu fazlalığın neyin karşılığı olduğu açık değildir. Söz konusu uygulamayı sanal ortama taşıyan firma tarafından ayrıca gerçekleştirilen fiili üretime bu oyunu oynayanların doğrudan bir ortaklığının olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla katılımcıların sanal ortamda satın alarak besledikleri iddia edilen hayvanların reel olarak bir karşılığı yoktur.

 

Aynı şekilde bu sistemde herhangi bir (ortaklık, alım, satım, kira vb.) gerçek ürün veya hizmet olmaması yanında; katılımcılara sanal oyun üzerinden aşırı kazanç vadedilmesi, yatırımcıdan sürekli para yatırıp oyun oynaması istenerek kişinin oyuna bağımlı hale getirilmesi, teknik problemler ve aksaklıklar olması halinde firmanın kendini sorumlu tutmaması ve böylece hak kayıplarının yaşanması gibi nedenlerle söz konusu sistem yüksek risk taşımakta, birçok aldanmalara ve mağduriyetlere yol açabilmektedir.

 

Sonuç olarak bu tür sanal oyun sistemlerine katılarak para yatırmak ve kazanç elde etmek amacıyla sanal/hayalî alım-satımlar yapmak ve buna zemin hazırlamak caiz değildir.

Din İşleri Yüksek Kurulu, 30.06.2018 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Ekrem KELEŞ’in Başkanlığında toplandı.

Kur’ân-ı Kerim’de haram kılınan hayvan kökenli gıdalar içerisinde açıkça ismi belirtilen tek hayvan domuzdur. (Bakara, 2/173; Mâide, 5/3; Enâm, 6/145; Nahl, 16/115) Ayetlerde “domuzun etinin” vurgulanması, bu hayvandan beklenilen en önemli yararın etine yönelik olması nedeniyledir. Literatürde domuzun yalnızca etinden değil, kemikleri ve yağı da dâhil bütün cüzlerinden faydalanmanın haram olduğu açıkça belirtilmiştir.
 
Domuzdan kaçınmanın kapsamı konusunda ulaşılan görüş birliğini Cessâs, “ümmetin domuzla ilgili ayetlerin metninde ittifak ettiği gibi, muhtevası ve yorumlanmasında da ittifak ettiği” tespitiyle vurgulamaktadır. Yalnızca domuz kılının deri vb. mamullerin dikişi için kullanılabileceği, bazı fıkıhçılar tarafından bir takım çekincelerle birlikte kabul görmüştür. (Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut 1992, I, 153; III, 296-297; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, Beyrut 1986, I, 63; İbn Kudâme, el-Muğnî, Riyad 1997, I, 109)
 
Fıkıh kitaplarındaki açık ifadelerden anlaşıldığı üzere (Bedreddin el-Aynî, Minhatü’sülûk fi şerhi Tuhfeti’l-mulûk, Katar 2007, s. 48; İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râik, Beyrut 1993, VI, 87-88) bu görüşler de o dönemde ilgili işler için alternatif malzeme sıkıntısı çekilmesinden kaynaklanmakta ve zaruret kavramıyla ilişkilendirilmektedir. Dolayısıyla bu ruhsatın da döneminin şartlarına bağlı olduğu dikkatten kaçmamalıdır.

Domuz mahiyeti (aynı) itibarıyla necis kabul edildiği için, domuz derisinin de tabaklama ve benzeri işlemlerle temiz hale gelemeyeceği İslam âlimlerinin tamamına yakını tarafından benimsenmiş ve bu ittifaka aykırı yaklaşımlar “şâz” olarak değerlendirilmiştir. (Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, Bulak 1313, I, 26; İbn Abdülber, el-İstizkâr, Kahire 1993, XV, 347, 349; Dusûkî, Hâşiyetü’d-Dusûkî ale’şŞerhi’l- Kebîr, Mısır ts., I, 54)
 
Çoğunluğun bu yaklaşımına mukabil Zahirîler, “tabaklanan deri temiz olur” (Müslim, Hayz, 105; Ebu Davud, Libâs, 38) hadisinin kapsamına girdiği gerekçesiyle domuz derisinin de tabaklandığı takdirde kullanılabileceğini savunmuşlardır. (İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1347, I, 118, 123, 124; VII, 390)
 
Bunun yanında Hanefî fakîh Ebu Yusuf’tan da tabaklandığı takdirde domuz derisinin temiz olacağına dair bir rivayet bulunmakla birlikte ilgili rivayet, “zâhirürrivâye” kapsamındaki mezhebin temel görüşü ile uyuşmamaktadır. (Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, I, 202; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, I, 86; İbrahim el-Halebî, Gunyetü’lmütemellî (Halebî-i Kebîr), İstanbul 1295, s. 147-148; Tahtâvî, Hâşiyetü’t-Tahtâvî alâ merâkı’l-felâh, Kahire 1356, s. 90)
 
Bu rivayetin “şâz” olduğu ve Ebu Yusuf’tan “zahirürrivâye” kapsamında aktarılan görüşle uyuşmadığı da Hanefi fıkıhçılarca tasrih edilmiştir. (İbn Emîr el Hâc, Halbetü’l-mücellî ve buğyetü’l-mübtedi fî şerhi Münyeti’l-musallî, Beyrut 2015, I, 560; İbrahim el-Halebî, Gunyetü’l-mütemellî (Halebî-i Kebîr), s. 197)
 
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 19.02.1997 tarihli ve 11 sayılı “Domuz Derisinin Dibagatla Temiz Olup Olmayacağı Hk.” başlıklı Kararında, ekonomik mülahazalar ve maslahat gerekçesine de atıf yapılarak konuyla ilgili Zâhirîlerin de aralarında yer aldığı azınlığın görüşü tercih edilmiştir.
 
Ancak çoğunluğun görüşünün İslam âlimlerinin ağırlıklı kanaatini yansıtması; domuz ve domuz mamullerinden kaçınmayı öngören temel yasakla da uyum içerisinde olması nedeniyle söz konusu kararın tashihine gerek duyulmuştur.

Fakihlerin çoğunluğu, vadeli satışlar ile borç akdinde, bedel olarak belirlenen para birimi yerine, ödeme tarihindeki kuru esas alarak farklı bir para biriminin —mesela borç olarak alınan altın paranın yerine gümüş paranın— ödenmesini caiz görmüşlerdir (Serahsi, el- Mebsut, İstanbul 1983, XIV, 2-3; İbn Kudame, el-Muğni, Kahire 1968, IV, 37-39; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, Kahire 2004, III, 215-216).

Buna göre mesela, vadeli bir mal satışına veya borç (karz) akdine konu olan 1000 TL, baştan şart koşulmamak kaydıyla tarafların razı olması halinde ödeme günündeki kur üzerinden bir başka para birimi ile de ödenebilir.

Öte yandan, vadesinde ödenmeyen borçların, (önceden fazla bir ödemeyi şart koşmaksızın) ödeme zamanında enflasyon oranında (paranın alım gücünde, değerinde) meydana gelen kayıp ilave edilerek ödenmesinde de dinen bir sakınca yoktur.

Vadesi geldiği halde ödenmeyen bir borcun, vade sonundaki yani ödeme günündeki kur üzerinden altına çevrilip vadenin uzatılması işlemine gelince, bu durumda vadesi geldiği halde ödenmeyen bir borcun, altına çevrilip uzatılması söz konusudur. Bu değişiklik ve tasarruf fıkıh âlimlerinin çoğu tarafından caiz görülmemiştir. Ancak İbn Kayyim el-Cevziyye zimmette olan bir borcun, borçluya başka bir borç mukabili satılmasını caiz görmektedir.

 

Bu işlem neticesinde zimmette olan borç sona ermekte (sâkıt), onun yerine zimmete farklı cinsten başka bir borç intikal etmektedir (vâcib). Bunu yasaklayan herhangi bir nas bulunmamaktadır. Bu işlem hadiste yasaklanan “vadeliyi vadeli mukabilinde satmak” kapsamında değildir. Burada borçlunun zimmetini başka bir borç işgal etmiş olmaktadır. Bu muamelede tarafların her ikisi için de fayda söz konusudur. (İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lâmü’l-muvakkıîn, Dâru İbn el-Cevzî 1423, III, 173; İbn Kayyim elCevziyye, Tehzîbu Süneni Ebî Dâvûd, (Azîmâbâdî, Avnü’l-Ma’bûd ile birlikte), Beyrut 1415, IX, 258, Dübyân b. Muhammed ed-Dübyân, el- Muâmelâtü’l-mâliyye asâle ve muâsara, Riyad 1434, XVIII, 119-120; III, 108). Nitekim bu durumda borçlu borcunu kendisi için daha rahat şartlarda ödemeye, alacaklı da alacağını değer kaybından korumaya imkân bulabilecektir.

 

Borçlar üzerindeki tasarruflarla ilgili içtihatlara bakıldığında fıkıh âlimlerinin bu tasarrufların bir bölümünü “alacaklının hakkının bir kısmından vazgeçmesi” şeklinde değerlendirerek caiz saydıkları görülür. Söz gelimi bin lira alacağın yerine beş yüz lira mukabilinde sulh yapmak veya peşin alacağını ertelemek bu bakış açısıyla caiz görülmüştür. Eğer bu işlemler “ivazlı bir işlem” olarak kabul edilseydi ribâ kapsamında değerlendirilecek ve yasaklanmaları gerekecekti.

 

Alacağın aynı cins olarak ertelenmesinde sakınca görmeyen fakîhler, farklı cinse çevrilerek ertelenmesini ise ivazlı bir işlem kabul ettikleri için sarf akdi kapsamına almışlar ve caiz görmemişlerdir. Aynı şekilde bin lira vadeli alacak için beş yüz lira peşin ödenmek üzere sulh yapılması, vadenin kısaltılması karşılığı yapılan ivazlı bir işlem olarak değerlendirilmekte ve caiz görülmemektedir.

 

Fakat bin lira alacağı olan bir kişi borçluya “eğer yarın beş yüz lira ödersen, kalan beş yüzü silerim” dediğinde, borçlu konuşulan tarihte beş yüz lira ödediği takdirde, bu işlem “şartlı bir ibra” kabul edilmekte ve borcun geri kalan kısmı silinmektedir (Mavsılî, elİhtiyâr, nşr. Mahmud Ebu Dakîka, Beyrut 1975, III, 8-9). Aynı şekilde mesela karz akdine de eğer ivazlı bir işlem olarak bakılsaydı, riba kapsamına alınıp caiz görülmemesi gerekirdi.

 

Ancak bir teberru ve dayanışma akdi olarak değerlendirildiği için caiz görülmüştür (Kasânî, Bedâiu’s-sanâi‘, Beyrut 1986, VII, 394; Karâfî, el- Furûk, Kuveyt 2010, IV, 3; İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lâmü’l-muvakkıîn, III, 175). Bütün bu hususlar bir işlemin değerlendirilmesinde esas alınan ölçütlerin ve işlemi tasavvur şeklinin, onun hükmünün belirlenmesindeki etkisini göstermektedir.

 

Sonuç olarak borç alınan paranın, başka bir para birimine veya altına çevrilerek ödemenin ertelenmesini açıkça yasaklayan bir nas bulunmamaktadır. Bu işlemde alacaklının alacağını değer kaybından koruma, borçlunun da borcunu daha rahat şekilde ödeme imkânı bulunmaktadır. Taraflardan herhangi birisi için haksız bir kazanç söz konusu değildir.

 

Günümüzde ticaret çevrelerinde bu işlemin yaygın olarak kullanılması da toplumda bir ihtiyacın mevcut olduğunu göstermektedir. İlgili işlemi sarf akdi çerçevesinde yapılan bir işlem değil de tarafların rızasıyla yapılan bir sulh işlemi olarak kabul etmek mümkündür. Bu değerlendirmeler ışığında vadesinde ödenmeyen borçların ihtiyaç halinde ve her iki tarafın rızasıyla altına çevrilerek vadenin uzatılması işleminin caiz olduğu söylenebilir.

Bir Müslüman, haram olan iş, mal veya hizmet üretimini kendisi yapamayacağı gibi, bunları yapacak kişiye de gayr-ı menkulünü kiraya veremez. (Bk. Muhammed b. Hasen, eş-Şeybani, el-Asl, III/465; Serahsi, el-Mebsut, XVI/38-39; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik, VIII/371-372; İbn Kudame, el-Muğni, VI/151).

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2). “Kim iyi bir işe aracılık yaparsa, onun da o işten nasibisevabı vardır. Kim de kötü bir işe aracılık yaparsa onun da o günahtan bir nasibisorumluluğu vardır.” (Nisa, 4/85)

Ayrıca hadislerde de haram olan bir şeyin kullanımı, üretimi ve bu konuda başkasına yardımcı/destek olunması kesin olarak yasaklanmıştır: “Resûlullah faizi yiyene, yedirene, (sözleşmesini) yazana ve şahitlik edene lanet etti. “Onlar (bu günahta) müsavidirler (eşittirler)” buyurdu. (Müslim, Müsakat 106 (1598). Resûlullah (sas) aynı şekilde içki konusunda da sekiz kişiye Allah tarafından lanet edildiğini belirtmiş; bunlardan birinin de taşıyıcısı/yardımcısı olduğunu ifade etmiştir.. (Bk. Ebu Davûd, Esribe 2 (3674); Ahmed, I/316)

 

Sonuç olarak, bir Müslümanın ücret mukabilinde haram iş yapması veya yaptırması caiz olmadığı gibi, içinde haram iş yapacağı kesin olarak bilinen kişi ya da kurumlara gayr-ı menkulünü kiraya vermesi de zaruret olmadıkça caiz değildir.

İslam’ın getirmiş olduğu genel finans, iktisat ve ticaret esaslarına aykırı olmamak kaydıyla kâr-zarar ortaklığı adı altında yürütülen kurumsal ya da bireysel ticari işlemlerde ve bu işlemler sonucunda elde edilen kârın katılımcılar arasında paylaşılmasında dinen bir sakınca yoktur. Belirlenen esaslara uygun çalışmaları durumunda katılım bankalarının kâr hesaplarına para yatırmak ve iştirakçilerine vermiş oldukları kâr payını almak caizdir.

Kâr payı oranlarının, banka faizlerine yakın veya eşit olması söz konusu işlemi faize dönüştürmez. Ancak İslam’ın genel muamelat esaslarına uymayan faiz gibi işlemler ise hangi ad altında ve kim tarafından yapılırsa yapılsın caiz değildir.

Buna göre katılım bankalarının kâr dağıtmak üzere topladıkları paraları fıkhen meşru alanlarda nemalandırmaları gerekir. Misal olarak katılım bankaları ticareti ve ortaklığı esas alan aşağıdaki şu işlemleri yapıyorlarsa bu bankaların dağıttıkları kâr helal olur:

1. Müşareke: Katılım bankaları ile iştirakçilerinin ortaklaşa sermaye koymasını, birlikte iş yapmasını ve meydana gelecek kâr veya zararı paylaşmasını esas alan ortaklık yapmalarıdır. Örneğin tarafların ortak sermaye ile fabrika kurup işletmeleri, inşaat yapmaları gibi.

2. Mudârebe: Katılım bankaları ile sermaye sahiplerinin emek sermaye ortaklığı yapmaları halinde fiilen ortaklığa dayalı ticaret yapmış olurlar. Mudârabe; bir tarafın sermaye vermek, diğer tarafın da bu sermayeyi işletmek ve kârı aralarında anlaştıkları belli bir oranda paylaşmak üzere, zarar ise işletmecinin kasıt, kusur ve sözleşme şartlarına aykırı davranışı yoksa sermayeden karşılanmak üzere kurdukları işletme türüdür.

3. Murabaha: Bir malın maliyetinin müşteriye bildirilmesini takiben maliyetin üzerine kâr eklenerek satılmasıdır. Buna göre bir malı peşin olarak satın alma imkânı bulamayan bir kimsenin, herhangi bir katılım bankasına giderek, söz konusu malı satın alıp kendisine taksitle satmasını talep etmesinde; katılım bankasının da müşterinin istediği malı peşin satın alarak üzerine kâr payı da ekleyip vadeli olarak müşteriye satmasında dinen bir sakınca yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; malın satışının ilk önce katılım bankasına gerçekleştirilmesi, sonra da katılım bankasının bu malı müşteriye satmasıdır. Bu alışverişte bahse konu malı satan firmanın muhatabı katılım bankası, katılım bankasının muhatabı da müşteri olmalıdır. Yani alınan malın faturası katılım bankasına kesilmeli, daha sonra yapılacak bir akitle de müşteriye satılmalıdır. Bunun mümkün olmaması halinde en azından; malı ilk önce katılım bankası adına satın alması için “katılım bankasının müşteriye yazılı bir vekâletname vermesi” ve katılım bankası ile müşteri arasında bundan sonra yapılacak sözleşmeye, “söz konusu malın, katılım bankası tarafından müşteriye satıldığına dair” bir cümle eklenmesi gerekir.

4. Leasing: Makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri malların, bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında kiralayana satışını esas alan orta vadeli bir finansman olup fıkhen meşru kabul edilmiştir.

Sonuç olarak, katılım bankaları kâr-zarar ortaklığı hesaplarında topladıkları paraları yukarıda maddeler halinde yer verilen işlemler ve benzeri yöntemlerle işletiyorlarsa, o takdirde onların dağıttıkları kârları almak caizdir. Aksi takdirde caiz olmaz. Öte yandan katılım bankalarının icra ettiği işlemleri araştırmak ise bu bankalarla iş yapan kişinin kendi sorumluluğundadır.

Devlet, sahibi olduğu menkul ya da gayrı menkulleri, hakkaniyete bağlı kalarak dilediği fiyattan satabilir. Devlet o menkul ya da gayrı menkulden akit sırasında istifade etmekte olana veya zilyedinde bulundurana satım işleminde öncelik tanıyabilir ve belli bir oranda indirim uygulayabilir. Bu menkul ya da gayrı menkullerin ister indirimli ister indirimsiz, devletten peşin satın alınmasında herhangi bir sakınca yoktur.

Taksitle satım söz konusu olduğunda ise devletin, yasal mevzuat gereği akit esnasında alacağını ifade ettiği “kanuni faiz” kavramının kullanımı uygun olmamakla birlikte, bu ifadeyi fıkhen “vade farkı” olarak değerlendirmek mümkündür. Zira sözleşmelerdeki temel kural, kullanılan kelimelerden çok sözleşmeye taraf olanların maksadı ve işlemin yapısal özelliğidir.

Fakihler bu kuralı “Ukûdda itibar, makâsıd ve meâniyedir; elfâz ve mebânîye değildir” cümlesiyle ifade etmişlerdir. Burada dikkat edilecek husus, menkul ya da gayrı menkullerin taksitli satış bedelinin, taksit sayısının ve aylık taksit bedelinin satıcı ve müşteri arasında satış işleminin başında net olarak belirlenmesidir.

Satışa arz edilen menkul ya da gayrı menkul için istenen satış bedelinin, dışarıdan faizli kredi temin edilerek ödenmesi durumunda ise, söz konusu işlem faizli bir borç işlemi olacağından dolayı caiz olmaz.

Trafik kazaları neticesinde ölüm, sakatlanma, yaralanma veya maddi zarar meydana gelebilmektedir. İslam’da, bunlara sebep olan suçlular için düzenlenmiş müeyyideler (diyet/tazminat, keffâret vb.) bulunmaktadır.

Buna göre kazada mağdur olan kişi, suçlu olan taraftan trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında tazminat talebinde bulunabilir. Söz konusu tazminat, suçlunun sigortasından karşılanabileceği gibi mahkeme yoluyla da talep edilebilir. Dolayısıyla sigortanın ödeyeceği veya mahkemenin hükmettiği miktar diyet yerine geçer.

Fakihlere göre öldürme, işleniş biçimi bakımından farklı kısımlara (kasten, kasta benzer, hatâen, hata yerine geçen ve tesebbüben öldürme) ayrılmış ve her bir öldürme türüne müeyyideler (diyet/tazminat, keffâret, vb.) düzenlenmiştir. Ölümle sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hatâen öldürme” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla öldürme) bağlamında değerlendirilir.

Fakihler, hata yoluyla öldürme diyetini/tazminatını, suçlunun âkılesinin (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) ödemesi gerektiği üzerinde ittifak etmişlerdir. (Kâsânî, Bedâî‘, VII, 355; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, IV, 53; İbn Rüşd, Bidâye, II, 410; İbn Kudâme, Muğnî, VIII, 97)

Fıkıhta tam diyet genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun âkıle tarafından ödeneceği belirtilmiştir.

Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle âkıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi âkıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer.

Söz konusu tazminat miktarı, İslam miras taksimatına göre kazada ölen kişinin varislerine verilir. Ayrıca ölüme neden olan suçlunun, “… Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutmalıdır” (Nisâ, 4/92) ayeti gereğince iki ay peş peşe oruç tutması gerekir.

Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hatâen yaralama” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla yaralama) bağlamında değerlendirilir. Fıkıhta bu tür suçlar; “organların kesilmesi”, “organlardan sağlanan faydanın yok edilmesi”, “baş ve yüzde meydana gelen yaralar” ve “baş ve yüz dışında meydana gelen yaralar” olmak üzere dört kısımda değerlendirilmiştir. Bu yaralanmalara öngörülen diyet/tazminat miktarlarının bir kısmı hadislerde (bkz., Nesâî, Kasâme 45; Dârimî, Sünen, I, 562) zikredilmiş olup diğerleri hâkimin takdirine bırakılmıştır. (İbn Cüzey, el-Kavânînu’l-Fıkhiyye, s. 351; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, IV, 95; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, V, 415)

İnsan vücudunda tekli (burun ve dil gibi), çiftli (iki el, iki ayak, iki göz gibi), dörtlü (göz kapakları ve kirpikler) ve onlu (el ve ayak parmakları) organlar bulunmaktadır. Tekli organların telef edilmesi veya fonksiyonunu tamamen kaybetmesi durumunda tam diyet, çiftli organlarda yarım, dörtlü organlarda dörtte bir, onlu organlarda ise onda bir diyet gerekir. Her bir diş için de diyetin yüzde beşi takdir edilmiştir. Miktarı naslarda belirlenmediği durumlarda hâkimin takdir edeceği miktar (hükûmetü’l-adl) gerekir. (İbn Kudâme, Muğnî, VIII, 35; Kâsânî, Bedâî‘, VII, 311-324; Zeylaî, Tebyînü’l-Hakâik, VI, 134; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, IV, 66; Desûkî, Hâşiye, IV, 278)

Fıkıhta tam diyet, genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun âkıle (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) tarafından ödeneceği belirtilmiştir.

Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle âkıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi âkıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer.

İslam’da, din, can, akıl, nesil ve mal güvenliği korunması gereken beş temel esas (zarûrât-ı hamse) olarak değerlendirilmiş, bir kimsenin malına gelen zararların giderilmesi, ana ilkelerden biri olarak kabul edilmiştir.

Dolayısıyla trafik kazasında suçlu olan kişi, trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında mağdur ettiği kişinin aracına verdiği maddi zararı ve araçta meydana gelen piyasa değerindeki azalmayı tazmin ile yükümlü olur. Sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat yerine geçer.

Telef edilen veya kısmen zarar gören bir mal misli (standart) ise misli ile, kıyemi ise kıymeti ile tazmin edilmesi temel ilkedir. Bununla birlikte fakihlerin bir kısmı, mala zarar gelme neticesinde mahrum kalınan kârları mal olarak kabul etmediklerinden bunların tazmin edilemeyeceği kanaatindedirler. (Zeylaî, Tebyîn, V, 234; Aynî, Binâye, IX, 206)

Bazı fakihler ise, mahrum kalınan ve elde edilmesi muhtemel kârların da tazminde dikkate alınması gerektiğini ve buna hâkimin karar verebileceğini söylemişlerdir. (Mâverdî, el-Hâvî, VII, 152; Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ‘, IV, 112; Zuhaylî, Nazariyyetü’d-damân, s. 89-94) Buna göre mesela; trafik kazası neticesinde zarar gören bir ticari aracın tamirat süresince çalışamamasından ötürü meydana gelen kayıplar (mahrum kalınan kârlar) mahkeme yoluyla talep edilebilir.

Dinimizde şehitler üç kısımda değerlendirilmiştir: a- Hakikî Şehid (Dünya ve Ahiret Şehidi): İslam’ın yücelmesi, vatan müdafaası için savaşırken ölen müslümanlara denir. Bu kimseler, yıkanmazlar, kefenlenmezler, namazları kılınıp kanlı elbiseleri ile defnedilirler. b- Hükmî Şehid (Ahiret şehidi): Hakikî şehidin şartlarından bir kısmını taşımaması sebebiyle yıkanıp kefenlenen ve ahiret itibariyle şehid sayılanlardır.

Birçok hadiste; deprem, yangın, sel gibi tabii afetler ve ağır hastalıklar gibi sebeplerle ölen müslümanlar hükmî şehid sayılmışlardır. (Bkz., Mâlik, Cenâiz 36; Buhârî, Cihâd 30, Tıb 30; Müslim, İmâre 164-166; Ebû Dâvûd, Cenâiz 11, 16; Nesâî, Cenâiz 14)

İlgili hadislerden, söz konusu kimselerin hükmî şehid sayılmalarının nedeninin ölüm anında çektikleri sıkıntı ve acılar olduğu anlaşılmaktadır. Trafik kazası sonucu çoğu ölümler de bu şekilde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla trafik kurallarına riayet ettiği halde kazada ölen müslümanların da hükmî şehid kabul edilebilecekleri söylenebilir.

Bir kimsenin gerçek anlamda kâtil sayılabilmesi için öldürme fiilini ve bu fiilin ölümle sonuçlanmasını kastetmiş olması gerekmektedir. Trafik kurallarının ihlal edilmesi neticesinde gerçekleşen ölümler ise “hatâen öldürme” olarak kabul edilmiştir.

Bu türden ölümlerde, kişi gerçek anlamda kâtil sayılmamakla birlikte, büyük bir günah sahibi olup diyet/tazminat ve keffâret ile de yükümlü olur. Bununla birlikte kazanın kasıtlı olarak işlendiği tespit edilirse veya kişi kazayı kasten yaptığını ikrar ederse kâtil sayılır.

İslam hukukunda bir şeyin itlâf edilmesi sonucu meydana gelen zararın fâile isnat edilebilmesi ve bir tazmin sorumluluğu doğabilmesi için fiil ile zarar arasında illiyet bağının bulunması, yani zararın fiilin tabii sonucu olarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bununla birlikte zararla fiil arasında esasen bir illiyet bağı mevcut olmakla beraber farklı bir faktörün devreye girmesi, fâilin tazmin sorumluluğunu düşürebilir.

 

Söz konusu illiyet bağını kesen sebeplerin en başta geleni ise mücbir sebep denilen haldir. Fakihler fırtına, yangın, sel gibi mücbir sebeplerin bir zararı meydana getirdiği durumlardaki zarardan o fiilin fâilini bundan sorumlu tutmamışlardır. Meselâ fırtına, yangın, sel, hastalık veya ani ölüm gibi nedenlerle hayvanın düşüp bir şeyi telef etmesi durumunda, binici tazmin ile sorumlu tutulmamıştır. (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, V, 542) Burada fiille zarar arasındaki illiyet bağını mücbir sebep ortadan kaldırmıştır. İlliyet bağını kesen bir diğer sebep ise zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurudur.

 

Dolayısıyla zararın meydana gelmesine zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sebep olmuşsa fâilin yine tazmin borcu doğmaz. Bu husus, trafik ile ilgili mevzuatta şu şekilde zikredilmiştir. “İşleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bir bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın, kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya bir üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulur.” (Karayolları Trafik Kanunu/KTK, md. 86)

 

Buna göre; kurallara uygun bir şekilde trafikte seyreden bir sürücünün şiddetli yağmur, fırtına, sel, vb. nedenlerle iradesi/dahli dışında aracıyla bir şeyi telef etmesi veya zarar görenin yahut üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sonucu zarar meydana gelmesi durumunda tazmin ile sorumlu tutulmaz.

Trafik kazası neticesinde gerçekleşen ölümler, “hatâen öldürme” olarak değerlendirilir. Fakihler, hatâen öldürme keffâretinin diyet/tazminat ödeme yükümlülüğüne bağlı olduğunu ifade etmişlerdir. Buna göre, ölümle sonuçlanan trafik kazasında hatâlı bulunan kişi, trafik kaza raporunda belirtilen hatâsı oranında diyet ödemekle yükümlü olduğu gibi keffâret (iki ay peş peşe oruç tutmak) ile de sorumlu olur. Kazada hiçbir şekilde hatası bulunmayan kişi ise, diyet ödemekle yükümlü olmadığı gibi keffâret ile de sorumlu olmaz. (Serahsî, Mebsût, XXVI, 189)

Kişi trafik kurallarını ihlal etmek suretiyle hem kendisinin hem de başkalarının hayatını tehlikeye sokacak fiil ve davranışlardan uzak durmalıdır. Zira hayat hakkı, Allah’ın kullarına verdiği bir emanettir. Bu emanete haklı bir gerekçe olmadan kıyılması haram olup büyük günahlardan sayılmıştır. Bu hususta kişinin kendi canına kıymasıyla başkasının canına kıyması arasında herhangi bir fark yoktur.

Çünkü böyle bir fiil, hem Allah’ın koyduğu sınırları ihlal etmek, hem de O’nun takdirine karşı isyan anlamına gelir. (Tahtâvî, Hâşiye, 602) Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Kendinizi öldürmeyin.” (Nisâ, 4/29-30), “Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.” (En‘âm, 6/151; İsrâ, 17/33) buyrulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de pek çok hadisinde intihar etmenin büyük günah olduğunu ve intihar eden kimsenin karşılaşacağı cezayı haber vermiştir. (Bkz., Buhârî, Enbiyâ 50; Vesâyâ 23, Tıp 45, 56; Müslim, Îmân 144)

Bir olayın intihar eylemi sayılabilmesi için, kişinin ölüm fiilini ve bu fiilin doğuracağı ölüm sonucunu kastetmiş olması gerekir. Trafik kurallarının ihlal edilmesi neticesinde gerçekleşen ölümler ise hata kapsamında değerlendirildiğinden intihar olarak nitelendirilmese de büyük günah sayılır. Bu açıdan kişi, kurallara uymayıp kendi ölümüne sebep olduğundan dinen sorumlu olur.

Fert ve toplumun yararını sağlama (celb-i mesâlih) ve onlara gelebilecek zararları önleme (def’-i mefâsid), İslam’ın gözettiği gayelerden biridir. Bu gayeye matuf olarak din, can, akıl, nesil ve mal güvenliğinin sağlanması, korunması gereken beş temel esas (zarûrât-ı hamse) olarak değerlendirilmiştir. “Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.” (En‘âm, 6/151; İsrâ, 17/33), “Kendinizi öldürmeyin.” (Nisâ, 4/29), “Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın.” (Bakara, 2/195), “Şüphesiz kanlarınız (canlarınız), mallarınız ve namuslarınız birbirinize haramdır/dokunulmazdır.” (Buhârî, İlm 37)

vb. birçok ayet ve hadiste bu husus ortaya konulmuştur. Yaşanan acı tecrübeler sonucu oluşturulan trafik kuralları, söz konusu beş temel esasın tamamı ile irtibatlı olmakla birlikte, özellikle insanların can ve mal güvenliğini sağlama noktasında önem arz etmektedir. Aracın genel bakımlarından hız sınırlamalarına varıncaya kadar trafik kurallarının tamamı, bu dokunulmazlıkların korunmasını amaçlamaktadır.

 

İslam âlimleri, kesin olarak mefsedete/zarara sebep olan fiillerin önlenmesi (sedd-i zerâi‘) gerektiği hususunda fikir birliği içerisindedirler. Kamuya ait yollara çukur açmak gibi başkalarının canı veya malı için tehlike oluşturan fiillerin önlenmesi, buna örnek olarak zikredilmiştir. (Karâfî, el-Furûk, II, 32-33) Trafik kurallarına uyulmaması sebebiyle insanların canına, beden bütünlüğüne veya malına zarar geldiği tecrübe ile sabit olduğundan bu kurallara uyulması ve muhtemel zararların önlenmesi gerekmektedir.

Trafik kurallarına riayet edilmesi, diğer bir yönüyle İslam’da emredilen ahlakî ilkelere uymanın da bir gereğidir. Zira Kur’an ve Sünnette, yolun hakkının verilmesi (bu meyanda trafik kurallarına uyulması), başkalarına zarar vermekten kaçınılması (trafikte kural ihlalleri yapmak suretiyle başkalarına zarar verilmemesi), yolda yürürken mütevazı ve ölçülü olunması (sürücü ve yayaların birbirlerinin haklarına saygılı olması), kendini bilmezlerin sataşmasına karşılık “selâm!” denilip geçilmesi (trafikte öfke kontrolü) gibi ilkeler yer almaktadır. (Bkz; Furkân, 25/63; Lokmân, 31/19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 36; Müslim, Libâs 32, Îmân 58)

Sonuç olarak, yukarıda ifade edilen ilkelerden de anlaşılacağı üzere trafik kurallarına uyulması aynı zamanda dinî bir vecibedir. Aksine davranışlar, kul ve kamu haklarının ihlal edilmesi anlamına gelir.

“İslam’da faiz, kesin olarak haram kılınmıştır. Bir zaruret bulunmadıkça faiz almak da vermek de caiz değildir. İş kurmak veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler de bu kapsamdadır ve caiz değildir.

TOKİ aracılığıyla devreye alınan son uygulama ise devletin, alt veya orta gelirli vatandaşlarına yönelik olarak ürettiği bir sosyal konut projesidir. Bu projede, peşinat haricindeki tutar, kamu bankaları vasıtasıyla kredilendirilmekte olup devletin söz konusu borçlandırmadaki amacı, faiz geliri elde etmek değil, aksine ödeme güçlüğü içindeki vatandaşlarının ev sahibi olmalarına yardımcı olmaktır.

 

Bu itibarla, devlet TOKİ’nin bu uygulamasında başka bir yolla konut alma imkânı tanımadığından, belirtilen niyet ve amaçlar doğrultusunda söz konusu projeden yararlanmak caizdir.”

Daha sonra ise projeye Katılım Bankaları da dahil edildiğinden bu ikinci seçeneğin dikkate alınması yerinde olacaktır.

Bir malın peşin olarak alınıp satılması caiz olduğu gibi, vadeli (veresiye) satışı da caizdir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 15, 18). Vadeli satıştan doğan borç, anlaşmaya bağlı olarak vadesi geldiğinde tek seferde yahut taksitli olarak ödenebilir.

Bir malın peşin fiyatıyla veresiye fiyatı, piyasa şartlarında genellikle farklı olabilmektedir. Belli bir fiyat üzerinde anlaşmak şartıyla vade farkı konulmasında bir sakınca bulunmamaktadır (Serahsî, el-Mebsût, XIII, 7, 8). Bununla birlikte satım akdine konu olan malın akit esnasında mevcut olması, satış bedeli ile ödeme zamanının (vadenin) açık ve net olarak belirlenmesi gerekir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 8-9)

Fukahaya göre akdin aslî unsurlarının dışında ayrıca sıhhat şartları da vardır. Malın fiyatının ve niteliğinin belli olması, vadeli satışta sürenin belirtilmesi, örfe uymayan veya akdin muktezası olmayan ilave şartların koşulmaması ve faiz içermemesi gibi hususlar bu şartlar arasında sayılır. Hanefilere göre söz konusu sıhhat şartlarından birinin eksikliği de akdi fasit hale getirir. Bu tür eksikliklerin giderilmesi durumunda ise akit sahih hale dönüşür (Merğînânî, el-Hidâye, V, 9; Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 59).

Fesat sebeplerinin giderilememesi durumunda ise müşteri satın aldığı malı teslim almakla ona malik olsa da, söz konusu akdin feshi gerekir. Ancak müşteri bu malda satış, hibe, tüketim gibi herhangi bir tasarrufta bulunursa, artık taraflar bu akdi feshedemezler. Dolayısıyla akit esnasında konuşulan bedel yerine mal mislî ise mislinin, değilse kıymetinin ödenmesi gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 50-51; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, VI, 367-368).

Diğer mezheplere göre ise, malda veya fiyattaki belirsizlik giderilemeyecekse akit batıl olur ve hüküm ifade etmez. Ancak mal telef olmuşsa bedelinin ödenmesi gerekir. (Desûkî, Hâşiye, III, 15-16; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, II, 16-23, 126).

İslam hukukunun genel prensiplerine aykırı olmamak kaydıyla örf haline gelen şartlarla alışveriş yapmak caizdir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 57; İbn Nüceym el-Bahru’r-Râik, VI, 195; İbn Mâze, el-Muhîtu’l-Burhânî, VI, 389).

Ancak alım satım akdinin gereği olmayan, taraflardan birine zarar veren veya üçüncü şahıslara menfaat sağlayan her türlü şart batıl olmakla birlikte bu şekilde yapılan alışveriş sahih olur. Fakihler bu durumu “şart batıl, akit sahihtir” cümlesiyle ifade ederler. Yani koşulan böyle şartlar taraflar arasında kabul edilse bile geçersiz olduğundan, riayet mecburiyeti doğurmadığı gibi akde de zarar vermez.

Buna göre, bir mal satılırken, müşterinin ondan belli bir süreliğine yararlanmaması, o malı bir başkasına satmaması veya hibe etmemesi yahut o malın başkasına satılması, borç verilmesi veya hibe edilmesi gibi müşterinin zarar görmesine sebep olabilecek bir şeyin şart koşulması halinde şart batıl (geçersiz), yapılan alışveriş ise sahih olur (Merğînânî, el-Hidâye, V, 120; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, 161; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 325; Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 57-58).

Dolayısıyla müşteri satın almış olduğu malda dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.

Akitlerde iki bedel arasında değer yönünden oluşan farklılık ve dengesizlik sebebiyle taraflar arasında meydana gelen aldanmaya fıkıhta “gabn” denir. Gabn alışveriş, kiralama, şirket gibi ivazlı (bedelli) akitlerde söz konusu olur. Fakihler gabnı ikiye ayırmışlardır. Buna göre gabn-i yesir, bedelde önemsiz sayılabilecek, kaçınılması mümkün olmayan ve tabii karşılanan eksiklik veya fazlalıktır. Gabn-i fahiş ise bedelde aşırı, belirgin ve kaçınılması mümkün olan fazlalık veya eksikliktir. Fıkıh âlimleri gabn-i yesir ve gabn-i fahişin sınırlarını belirlemede farklı kriterler belirlemişlerdir (Kâsânî, Bedai‘, VI, 30; Şirbinî, Muğni’l-Muhtac, II, 224; İbn Cüzeyy, el-Kavaninu`l-Fıkhiyye, 230; Mecelle, md. 165).
Gabn-i yesir, ticarette kaçınılması mümkün olmayan oranlarda olduğundan akde bir etkisi yoktur. İmam Ebu Hanife’ye göre aynı şekilde gabn-ı fahiş de akdin fesh edilmesini gerektirmez. Hanefilerden Ebu Yusuf ve Muhammed ile Şafiler ve Malikilere göre ise, gabn-i fahiş alış verişlerde akdin sonucunu etkiler (Kâsânî, Bedâi‘, VI, 27; Şirbinî, Muğni’l-Muhtac, II, 224; İbn Cüzeyy, el-Kavaninu`l-Fıkhiyye, 230). Bu itibarla gabn-i fahiş oranında bir fiyatla yapılan alışverişlerde aldatma (tağrir) bulunduğu taktirde, aldanan tarafa akdi feshetme hakkı tanınmıştır (İbn Abidin, Resâilu İbn Abidin, II, 69-72; Mecelle, md. 356-357).
Günümüzde ise akitlerde aldanmanın (gabn) sınırı ve hangi durumda sözleşmelerin fesh edilip edilmeyeceği hususunda, ticari örf ve tüketici haklarıyla ilgili yasal düzenlemelerin dikkate alınması uygun olur.

slen helal olan bir şeyin, harama dönüştüreceği ya da kötüye kullanacağı bilinen bir kimseye satışı konusunda İslam âlimleri farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Konu, ilgili kaynaklarda genel olarak üzüm örneğinde ele alınmıştır:

İmam Ebu Hanîfe’ye göre alıcının maksadına bakılmaksızın şarap üreticisine üzüm satmak caizdir. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Şafiî, bu tür satışları mekruh görmüşlerdir (Şafiî,el-Ümm, III, 75;  Serahsi, el-Mebsut, XXIV, 26; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 210).

Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise böyle bir satış haramdır. Çünkü bu tür bir satış; Allah’ın yasakladığı bir şeye destek anlamı taşımaktadır (Şirbini, Muğni’l-muhtac, II, 392; İbn Rüşd el-Ced, el-Beyan ve’t-tahsil, IX, 394-395; İbn Kudame, el-Kafi, II, 12).

Görüldüğü gibi konu hakkında İslam âlimleri birbirinden farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bu durum, söz konusu satışın helal olup olmadığı konusunda en azından bir şüphenin var olduğunu göstermektedir. Şüpheli şeylerden kaçınmak ise ihtiyata uygun olur. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), müslümanların şüpheli şeylerden uzak durması gerektiğini ifade etmiştir (Tirmizi, Kıyamet, 60; Buhari, İman, 37; Müslim, Müsakat, 20).

 

Bu itibarla, doğru ve ihtiyatlı olan, aslen helal olan bir şeyin harama dönüştüreceği ya da kötüye kullanacağı bilinen kişi veya kurumlara satılmamasıdır. Bu çerçevede üzüm gibi helal ürünleri üreten müslümanların alternatif pazar aramaları ihtiyat açısından uygun olur.

Kur’ân-ı Kerim’de haram kılınan hayvan kökenli gıdalar içerisinde açıkça ismi belirtilen tek hayvan domuzdur (Bakara, 2/173; Mâide, 5/3; Enâm, 6/145; Nahl, 16/115). Ayetlerde “domuzun etinin” vurgulanması, bu hayvandan beklenilen en önemli yararın etine yönelik olması nedeniyledir. Fıkıh literatüründe domuzun yalnızca etinden değil, kemikleri ve yağı da dâhil bütün cüzlerinden faydalanmanın haram olduğu açıkça belirtilmiştir.

Domuzdan kaçınmanın kapsamı konusunda ulaşılan görüş birliğini Cessâs, “ümmetin domuzla ilgili ayetlerin metninde ittifak ettiği gibi, muhtevası ve yorumlanmasında da ittifak ettiği” tespitiyle vurgulamaktadır. Yalnızca domuz kılının deri vb. mamullerin dikişi için kullanılabileceği, bazı fıkıhçılar tarafından bir takım çekincelerle birlikte kabul görmüştür (Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 153; III, 296-297; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, I, 63; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 109).

Fıkıh kitaplarındaki açık ifadelerden anlaşıldığı üzere (Bedreddin el-Aynî, Minhatü’sülûk fi şerhi Tuhfeti’l-mulûk, s. 48; İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râik, VI, 87-88) bu görüşler de o dönemde ilgili işler için alternatif malzeme sıkıntısı çekilmesinden kaynaklanmakta ve zaruret kavramıyla ilişkilendirilmektedir. Dolayısıyla bu ruhsatın da döneminin şartlarına bağlı olduğu dikkatten kaçmamalıdır. Domuz mahiyeti (aynı) itibarıyla necis kabul edildiği için, domuz derisinin de tabaklama ve benzeri işlemlerle temiz hale gelemeyeceği İslam âlimlerinin tamamına yakını tarafından benimsenmiştir (Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, I, 26; İbn Abdülber, el-İstizkâr, XV, 347, 349; Dusûkî, Hâşiyetü’d-Dusûkî ale’ş-Şerhi’l-Kebîr, I, 54).

Günümüzde ise alternatif helal maddeler bulunduğu için domuz derisinden veya kılından; ayakkabı veya giysi yapmak, fırça veya dikiş ipi imal etmek ve bu tür ürünleri kullanmak, bunların alım satımını yapmak caiz değildir (DİYK’ın 2018-26 tarih ve sayılı kararı).

Domuz eti ve mamulleri dinimizce haram kılınmış (Bakara, 2/173; Maide, 5/3; En’am, 6/145; Nahl, 16/115), ticareti de yasaklanmıştır (Buhari, Büyû’ 112).

Zira dinen necis sayılan, yenilmesi ya da kullanılması yasaklanan bir şey, Müslüman için istifade edilebilecek bir mal sayılmaz. Dinen mal kabul edilmeyen bir şeyin alınıp satılması ise caiz değildir. Dolayısıyla Müslüman veya gayrimüslim birine domuz eti ve mamulleri satılamaz. Satılması halinde elde edilen kazanç da helal olmaz (Merğinani, el-Hidaye,  V, 90).

Haç, Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesini simgeleyen dini bir sembol olarak görülmüştür (Buhârî, Libâs, 90; Buyû’, 102; Müslim, İman, 71). Zira Hıristiyanlıkta haç, oğul tanrıyı temsil eden ve aynı zamanda insanları kutsamada kullanılan bir put olarak da telakki edilmektedir (Mahmut H. Şakiroğlu, “Haç” DİA, XIV, 522-524)

.
Bu bakımdan fıkıh âlimleri, Hıristiyanlığın sembolü olan haçı, Müslümanlar açısından alım satıma konu olabilecek (mütekavvim) bir mal olarak görmemişlerdir (İbn Nüceym, el-Bahr, V, 59; Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 208; İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, 427).

Buradan hareketle İslâm âlimleri, Müslümanların haç gibi, gayrimüslimlere ait dini sembolleri alıp satmalarını caiz görmedikleri gibi, bu sembollerin üretimini yapıp gayrimüslimlere pazarlamalarının da meşru olmadığını ifade etmişlerdir (Şâfiî, el-Ümm, V, 508; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc,  IV, 341; Mevvâk, et-Tâc, IV, 319; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-me‘âd, V, 675; el-Mevsûatü’l-Fıkhiyyetü’l-Kuveytiyye, “Taslîb”, XII, 91-92).

Bu itibarla bir Müslümanın haç üretmesi, satın alması ve Müslümanlara veya gayrimüslimlere satması caiz değildir.

Kur’an ve Sünnette doğrudan delil bulunmayan bir şeye dair hükmün belirlenmesinde, o şeyin insan tabiatına uygun olup olmaması, mal sayılıp sayılmaması vb. ölçütler esas alınmaktadır. İslam bilginlerinin büyük çoğunluğu,

 

Kur’an’da yasaklanan “pis şeyler/habâis”  (A’raf, 7/157) kapsamında bulunduğu gerekçesi ile kurbağa eti yemenin haram olduğuna ve bunun mütekavvim mal sayılmadığına hükmetmişlerdir (Serahsi, el-Mebsut, II, 255; Nevevi, el-Mecmu’, IX, 30).

Ancak Maliki mezhebinde kurbağanın yenilmesi mubah görülmüştür (İbn Abdilber, el-Kafî, I, 437). Bu itibarla ihtiyaçlar doğrultusunda kurbağa üretimi ve satışının yapılmasında bir sakınca olmayacağı söylenebilir.

Köpeğin satışının ve bu satıştan elde edilen kazancın caiz olup olmadığı fakihler arasında tartışılmış ve farklı görüşler ortaya konulmuştur. Âlimlerin bir kısmı bunu haram sayarken diğer bir kısmı, av köpeklerini satış yasağından istisna eden hadisleri (Nesai, Büyu’, 92) dikkate alarak avcılık, bekçilik gibi fayda sağlayan alanlarda kullanıldığından köpeğin alım satımına cevaz vermişlerdir (Kâsânî, Bedâi’, V, 143).

Buna göre ihtiyaçlar doğrultusunda köpek yetiştirmek, alım satımını yapmak ve bu yolla kazanç sağlamak caizdir.

Satım akdi, satılan malın hemen müşteriye teslim edilmesini gerektirir. Ancak bazı malların satış anında teslimi satıcıya zarar verebilir. Mesela üzerindeki ürünler olgunlaşmadan satılan tarla, bahçe veya ağacı müşteriye hemen teslim etmek satıcı için bir zarara yol açabilir. Bu bakımdan Hanefîler, ürünlerin olgunlaşmasına kadar geçen süreden dolayı müşteri tarafından ecr-i misil (piyasa şartlarına göre kira bedeli) ödeneceğine hükmetmişlerdir (Merğînânî, el-Hidâye, V, 21-22).

Hanefîlerden İmam Muhammed’e göre ise, olgunlaşmaya yüz tutmuş sebze ve meyvelerin tarla ve ağaç üzerinde bir müddet daha kalmasının şart koşulması örf sebebiyle caizdir (Serahsî, Mebsût, XII, 196). Şâfiîler bu konuda mûtad teslimi esas alarak, ürünlerin olgunlaşıp, toplanmasından sonra tarla, bahçe veya ağacın müşteriye teslim edilmesini ve bu süre zarfında müşterinin de herhangi bir ücret ödememesini uygun görmektedirler (Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, II, 107-108).
Günümüzde bu konuda yerleşik bir örf varsa ona göre hareket edilmesi uygun olur.

Hanefilere göre satılan arazideki ekin ve sebze yahut ağaçtaki meyveler, arazi veya ağaca doğrudan bağlı olmadığı için satıcıya aittir. Bu bakımdan satıcının, ürünlerini toplayıp, arazi veya ağacı müşteriye teslim etmesi gerekir. Ancak akit esnasında ekin ve meyvelerin de satışa dâhil edilmesi şart koşulursa, bunlar müşteriye aittir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 11).

Maliki ve Şafiilere göre bu tür ürünler olgunlaşmamışsa müşteriye, olgunlaşmışsa aksi şart koşulmadıkça satıcıya aittir (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, 189; Şirbini, Muğni’l-muhtâc, II, 113).
Günümüzde bu konuda yerleşik bir örf olması halinde, örfe göre hareket edilmesi de uygun olur.

Altın, gümüş, döviz, TL vb. para cinsinden olan şeylerin birbirleriyle değiştirilmesine sarf denir. Sarf akdinde bedellerin peşin olması gerekir. Aksi takdirde yani, bedellerden birinin veresiye olması halinde yapılan işlem faize (nesie ribasına) dönüşür. Buna göre altın, gümüş yahut dövizin vade farkı uygulanmasa bile veresiye olarak satılması faiz olacağından caiz değildir. Konuyla ilgili olarak

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz; cinsi cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların cinsleri değişirse (iki bedelde) peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın.” (Müslim, Müsakat, 81; Tirmizi, Büyu’, 23; Ayrıca bkz. Buhari, Büyu’, 74-82;)

Buna göre altın, gümüş veya dövizin veresiye veya taksitle alınıp satılması caiz değildir.

Kuyumcular arasındaki yaygın teamüle göre, ücreti daha sonra ödenmek üzere atölye veya toptancıdan ziynet eşyası satın alınabilmektedir. Uygulama bu şekilde olsa da altın veya gümüşün veresiye olarak satın alınması caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber altın ve gümüşün veresiye satışını yasaklamıştır (Buhari, Büyu’, 74-82; Müslim, Müsakat, 81; Tirmizi, Büyu’, 23).

Zira altın ve gümüş para kabul edildiğinden veresiye satışı faizdir. Dolayısıyla kuyumcu satın aldığı ziynet eşyasının bedelini peşin ödemek zorundadır. Öte yandan kuyumcu, atölye veya toptancıya yaptırdığı ziynet eşyasının işçilik ücretini peşin veya veresiye ödeyebilir.

Altın veya gümüş gibi ziynet eşyalarının satışında kuyumcunun müşteriden işçilik ücretini tahsil etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak kuyumcu vatandaştan satın aldığı bu tür ziynet eşyalarını herhangi bir işlemden geçirmeksizin, satın aldığı şekliyle vitrine koyup satışa sunması halinde; şayet bu eşyayı satın almak isteyen yeni müşterilere malın fiyatının yanı sıra ayrıca işçilik ücretini de beyan ederek satması, hem yalan söyleme hem de müşterinin güvenini kötüye kullanma sayılacağından caiz değildir.

Şu kadar var ki kuyumcu müşteriden aldığı ziynet eşyasını satarken yeni bir işçilik ücreti gündeme getirmeden, söz konusu mala bir kâr ilave ederek satmasında bir sakınca olmaz.
Öte yandan satın alınan ziynet eşyası herhangi bir işlemden geçirilmeksizin satışa sunulacaksa, bu malın işçilik ücretinin altını bozdurandan düşülmemesi ahlaken uygun olur.

İslam’da altın, gümüş, döviz ve TL gibi para cinsinden olan bedellerin değişiminin (sarf) peşin olması gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 39; Mergınânî, el-Hidâye, III, 81). Bedellerden birinin vadeli olması halinde yapılan işlem faize dönüşür (Buharî, Büyu’, 74-82; Müslim, Müsâkât, 79-104; Tirmizî, Büyu’, 23).

Günümüzde internet üzerinden yapılan altın ve gümüş alım/satım işlemlerinde yapılan ödemeler havale, EFT, kredi kartı ve banka kartıyla yapılmakta, ancak altın veya gümüş emtia ise anında müşteriye teslim edilmemektedir. Bu tür alışveriş şekilleri sarf akdinin şartlarından biri olan her iki bedelin peşin olması kuralını ihlal ettiğinden dinen caiz değildir.

Ancak her iki bedelin kapıda peşin olarak teslim edilmesiyle gerçekleştirilecek olan altın veya gümüş alım-satımı caizdir. Bu alışverişte malın peşin teslim edilmesi karşılığında bedel ya nakden veya anında satıcının hesabına geçecek şekilde kart ile tek çekim olarak ödenmelidir.
Para cinsinden olmayan değerli taşlar (elmas, pırlanta vb.) ve ayarı düşük (çoğunluğu karışım olan) altın veya gümüşün ise vadeli olarak satışında dinen bir beis yoktur.

Tevhid inancına dayanan İslâm dini, şirk ve putperestliğe götürebilecek her türlü yolu kapatmıştır (Buhari, Libas, 88-97; Müslim, Libas, 83-87; Ebu Davud, Libas, 47). Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Melekler, içerisinde köpek ve suret bulunan eve girmezler” (Buhari, Libas, 88; Ebu Davud, Libas, 47) hadisini de dikkate alan İslam âlimleri, tapınma ve tazim ihtimaline binaen canlı varlıklara ait resimlere karşı olumsuz görüş belirtmişlerdir (Kasani, Bedaiu’s-sanai, V, 126-127).
Bu nedenle tapınma ve ta’zim gibi bir amaç olmaması, müstehcenlik içermemesi ve genel ahlak kurallarına aykırı olmaması kaydıyla canlı varlıklara ait resim yapmak, fotoğraf tabetmek ve bunları alıp satmakta bir sakınca yoktur.

İpek elde etmek için ipekböceği üretmek caizdir. Fıkıh âlimleri bu işlemin bir gereği olarak kozaların içerisindeki böceklerin itlafında bir beis görmemişlerdir (Feteva-i Hindiyye, V, 361). Dolayısıyla ihtiyaç duyulması halinde ve ekolojik dengeyi bozacak tasarruflardan kaçınmak şartıyla ipek böceği yetiştirmek ve bu yolla üretilen ürünlerin ticaretini yapmak caizdir.

Bal arısı larvası, arının gelişim evrelerinin yumurta safhasından sonraki ikinci ve üçüncü devre olup böcek kabul edilmektedir. Fıkhen ipek üretiminde ipek böceklerinin itlafı caiz olduğu gibi (Feteva-i Hindiyye, V, 361) günümüzde tedavi ve insan sağlığı açısından önemli bir yeri olan arı sütü üretimine ihtiyaç duyulması halinde bu larvaların itlafında bir sakınca yoktur. Ancak bu noktada ekolojik dengeyi bozacak tasarruflardan kaçınmak şarttır. Dolayısıyla arı sütü üretimi ve ticareti caizdir.

Bir satıcının “eğer bu malı şu sürede veya şu fiyattan satamazsan malı geri satın alırım” diyerek yaptığı alışverişteki bu söz, her ne kadar akde bağlı bir şart gibi gözükse de esasen geri alım vaadinden ibarettir.
İnsanların verdikleri sözlere bağlı kalmaları ve bunların gereğini yerine getirmeleri ahlakî bir ilke olmakla birlikte bu tür vaatlerin fıkhî bir bağlayıcılığı yoktur. Bununla birlikte verilen sözün yerine getirilmesi ahlaken doğru olur.

Müslümanlar ticari ve finansal işlemlerde İslam’ın koymuş olduğu ilke ve prensiplere bağlı kalmaları esastır. Bu bakımdan her türlü ticari muamelede helal-haram ölçülerine riayet edilmelidir.

İslam âlimleri; kazancının tamamı haram olduğu bilinen kişi ve kurumlarla alışveriş, borçlanma vb. muamelelerde bulunmanın haram, kazancının çoğu haram olduğu bilinen kişi veya kurumlarla bu tür işlemler yapmanın mekruh olduğunu ifade etmişlerdir. Kazancının çoğu helal olan kişi veya kurumlarla ticari muamelede bulunmanın ise caiz olduğunu belirtmişlerdir  (Desûkî, Hâşiye, III, 277; Nevevî, Mecmu, IX, 343-344; XIII, 178; İbn Müflih  er-Râminî, Kitabu’l-furû’, IV, 390-392; Tahtavî, Haşiye, 35)

Pazarlık yapmak öteden beri alışverişte uygulanagelmiştir. Ancak bu uygulamanın dürüstlük, karşılıklı rıza, hakkaniyet, güvenilir olma gibi ilkeler gözetilerek yapılması gerekir. Rasulullah (s.a.s.)’in (Ebû Dâvûd, Buyû’, 7) ve ashabının (Buhârî, Buyû’, 67, Hiyel, 14; Ebû Dâvûd, Akdiye, 20) alışverişlerde pazarlık yaptığı bilinmekle birlikte bu husus bağlayıcı bir kural haline getirilmemiştir.

Bu itibarla alışverişlerde pazarlık yapmak mubahtır.

Öte yandan nasıl olsa pazarlık yapılacak diye malın fiyatını fahiş olarak yüksek tutmak dinen uygun bir davranış olmadığı gibi pazarlık sünnet diyerek malın değerini çok aşağıya düşürmek için uğraşmak da uygun değildir.

Altın kolye, bilezik gibi ziynetin (süs eşyasının), bozdurulmadan bizzat kendisini (aynını) geri vermek şartıyla düğün gibi münasebetlerde kullanmak için kiralanması caizdir. Çünkü burada altın bozdurulmadan iade edileceğinden, verilen bedel süs eşyasının (aynının) karşılığında değil, bu eşyanın kullanılmasıyla elde edilecek menfaatin karşılığındadır (Şeybanî, Asl, (Katar baskısı) III, 521; Sahnun, el-Müdevvenetü’l-Kübrâ, III, 428; Serahsi, Mebsut, XV, 170; İbn Mâze, el-Muhîtu’l-Burhânî, VIII, 153; Nevevi, el-Mecmû’, VI, 46; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 143;  Ali Haydar, Dürerü’l-Hükkâm, I, 581).

Bununla birlikte maddi imkânı olmayan kişilerin toplum nezdinde kendilerini varlıklı gibi gösterme temayülünde olması ve gerçekte olmayanı varmış gibi göstermesi ahlaki açıdan doğru bir davranış değildir.

İslam, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yoldan temin etmelerini emreder ve her türlü faizi kesin olarak haram kılar (Âl-i İmrân, 3/130; Nisâ, 4/161). Şahıslar veya kurumlarla yapılacak faizli kredi işlemleri de bu kapsamdadır. Bu itibarla haram olan bir işlemi yapmak caiz olmadığı gibi ona aracılık yapmak ve destek olmak da caiz değildir (Mevsili, el-İhtiyar, II, 406).

Nitekim konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.); faizi yiyene, yedirene, yazana ve buna şahitlik edenlere lânet etmiş ve hepsinin (günahta) eşit olduğunu bildirmiştir (Müslim, Müsâkât, 106). Dolayısıyla faizli kredi alacak bir kişinin borcuna kefil olmak veya aracılık yapmak caiz değildir.

İslam’a göre faizin her çeşidi haramdır (Bakara, 2/275-279; Buhari, Libas, 96; Müslim, Müsâkât 105, 106).

Bir zaruret bulunmadıkça faiz almak veya vermek caiz değildir.
Bununla birlikte faizle borçlanan kimse faizli kredi kullanarak menkul veya gayrimenkul bir mal satın aldığında, sorumluluk bu malı satanda değil faizli kredi kullanarak satın alandadır. Bu bakımdan bir kişinin, malını faizli kredi kullanarak satın almak isteyen kişiye satmasında bir sakınca bulunmamaktadır.

Camiler İslam’ın önemli bir şeair-i diniyesidir. Bu bakımdan camilerin her türlü maddi ve manevi kirden temiz tutulması gerekmektedir. Dolayısıyla camiler ve müştemilatı amacına uygun kullanılmalı, maddî ve manevî dokusuna zarar verecek tasarruflardan uzak durulmalıdır.

Bu bağlamda faizli bankalara ait bankamatik cihazları her ne kadar çoğunlukla maaş çekme, borç ödeme gibi meşru işlemlerde kullanılsa da bu cihazlarda faizli işlemler de yapılabilmektedir. Öte yandan bu cihazların üzerinde yer alan faizli bankalara ait simgelerle, bağlı bulunduğu kuruluşların tanıtımı da yapılmaktadır.

Bu sebeple İslam’ın en önemli sembollerinden biri ve Allah adına vakfedilmiş mekânlar olan camilerin müştemilatına faizli işlemler yürüten kuruluşlara ait bankamatik cihazının konulması uygun değildir. 

Bankaların, belirlenen vade sonunda kendilerine yatırılan paraya belli bir oranda fazlalık/faiz vermek üzere açtığı hesaplara “vadeli mevduat hesabı” denir.
Müslümanlar faizli mevduata bilerek ve isteyerek para yatırmamalıdırlar. Çünkü bu tür mevduat hesaplarına tahakkuk ettirilen fazlalıklar faiz olup dinen haramdır. Söz konusu faiz oranlarının enflasyonun altında ya da üstünde olması, bu işlemi faiz olmaktan çıkarmaz. Bu itibarla bankaların vadeli mevduat hesaplarına para yatırmak caiz değildir.

Bununla birlikte vadeli mevduat hesaplarından bir fazlalık herhangi bir şekilde elde edilmiş ise, kişinin bu gelirleri kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu yakınları için kullanması caiz olmayıp sevap beklemeksizin ihtiyaç sahiplerine vermesi gerekir.

İstenildiğinde çekilmek üzere para yatırılan ve herhangi bir faiz getirisi olmayan banka hesaplarına “vadesiz mevduat hesabı” denir.
Herhangi bir faiz getirisi olmayan vadesiz mevduat hesapları, faize dayalı açılan vadeli mevduat hesaplarıyla aynı kapsamda değerlendirilemez.

Bununla birlikte vadesiz mevduat hesabına yatırılan paranın faiz gibi dinen meşru olmayan işlemlerde kullanılması da söz konusu olabileceğinden, bu hususta meşru seçenekler olduğu sürece, zorunluluk olmadıkça paranın böyle bir hesapta tutulması dinen uygun değildir.

Vadesinde ödenmemiş borçlar tahsil edilirken paranın değer kaybının borca eklenip eklenemeyeceği konusunda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır (Serahsi, Mebsût, XIV, 29-31; Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’, VII, 395; İbn Abidin, Reddü’l-Muḥtâr, VII, 389).

Özellikle enflasyonist ortamlarda paranın değer kaybının tahsil edilebileceği şeklinde Hanefilerden İmam Ebu Yusuf’un benimsemiş olduğu ve daha sonra mezhepte müftâbih haline gelen bir görüş bulunmaktadır (el-Fetâva’l-Hindiyye, IV, 510; İbn Abidin, Reddü’l-Muḥtâr, VII, 390; İbn Abidin, Mecmuatu’r-resail, II, 58-67).

Buna göre demir, çimento, mazot, un, vb. standart emtianın alışverişinden kaynaklanan para borcunun gününde ödenmeyerek geciktirilmesi halinde, bu maddelerin piyasa değerinin değişken olması sebebiyle bir takım anlaşmazlıklara kapı aralayacağı için, paranın değer kaybının devlet tarafından açıklanan enflasyonun dikkate alınarak tahsil edilmesi daha doğru olur. 

İşletmeler ticari ilişki içerisinde bulundukları kişilerle yaptıkları anlaşma çerçevesinde, belirlenen şartların gerçekleşmesine bağlı olarak prim ödemektedirler. İskonto uygulaması olarak da değerlendirilebilen ciro primindeki amaç pazar payını arttırmaktır.

İslam hukukunda taraflarca öne sürülen şartlar akdin sıhhati açısından ele alınmıştır. Bu bağlamda Hanefilere göre alım-satım akdinde taraflardan birine fayda sağlayan şartlar akdi fasit kılar (Merğînânî, el-Hidâye, V, 123; Kâsânî, Bedâi‘, VI, 117).

Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, akdin gereği olmayan, ancak akdin gereklerine de aykırı düşmeyen bir şeyin şart koşulması caizdir (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, III, 178-179; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 166). Bununla birlikte fukahanın çoğunluğuna göre satış akdinin amacına uygun olan, tarafları anlaşmazlığa götürmeyen ve ticari örf haline gelen şartlar sahih kabul edilmiştir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 57; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, VI, 195; İbn Mâze, el-Muhîtu’l-Burhânî, VI, 389).

Netice itibariyle ciro primi; satış akdinin amacına uygun olması, ticari örfte yaygın olarak kullanılması ve tarafları anlaşmazlığa götürmemesi durumunda caizdir.

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön