Namaz Hakkında Merak Edilen Sorulan Konular

İbadet; “itaat etmek, boyun eğmek, kulluk etmek, tevazu göstermek, ilah edinmek” anlamına gelir. Dinî bir terim olarak ise; “Mükellef olan kişinin Rabbine tazim için yaptığı, fiil ve niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Allah’a yakınlık ifade eden şuurlu itaat” demektir. Allah’a ibadet; itaat etmenin ve saygı göstermenin zirvesidir. Kur’an’da insanların, Allah’a ibadet için yaratıldıkları (Zariyât, 51/56), bütün peygamberlerin, insanları Allah’a ibadete davet ettikleri (Bakara, 2/83) bildirilmiştir.

Kur’an’da ibadet kavramı; tevhid (Nisa, 4/36), itaat (Bakara, 2/172), dua (Mü’min, 40/60), boyun eğmek (Fatiha, 1/5), iman ve salih amel (Nisa, 4/172-173), Allah’ı tesbih ve secde (A’raf, 7/206), Allah’ı bilmek ve tanımak gibi (Zariyat, 51/56) anlamlarda kullanılmıştır. Bu manalardan hareketle ibadet, İslam’ın emir ve yasaklarını gözetmeyi ve Allah’ın sınırlarını korumayı ifade eder.

Bir davranışın ibadet olabilmesi için; kişide iman, niyet ve ihlas olması gerekir. İbadetin Allah rızası için yapılması ve İslam’a uygun olması lazım gelir.
Uygulama itibarıyla ibadetler dört kısma ayrılır:

a) İman, ihlas, niyet, tefekkür, marifet, sabır, takva gibi kalbî ibadetler.
b) Namaz, oruç, dil ile zikir ve dua, ana-babaya iyilik, insanlara iyi muamele ve sıla-i rahim gibi beden ile yapılan ibadetler.
c) Zekât, sadaka, yakınlara ve fakirlere yardım, Allah yolunda infak gibi mal ve servetle yapılan ibadetler.
d) Hacca gitmek, cihat etmek gibi hem mal hem de beden ile yapılan ibadetler.

Kur’an’da Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki peygamberlerin de namaz ibadetiyle mükellef kılındıkları belirtilmektedir (Bakara, 2/83; Yûnus, 10/87; Hûd, 11/87; İbrâhim, 14/37, 40; Meryem, 19/30-31, 54-55; Tâhâ, 20/14; Enbiyâ, 21/72-73; Lokmân, 31/17).

Ayet-i kerimelerden, namaz ibadetinin sadece Hz. Muhammed (s.a.s.) ümmetine has olmayıp, önceki ümmetlerde de var olduğu anlaşılmaktadır. Yine aynı şekilde, önceki ümmetlerin namazlarında da kıyam, rükû ve secde gibi temel rükûnların var olduğu bildirilmekle birlikte, namazın kılınışına dair detaylı açıklamalar mevcut değildir.

 

Akıl sağlığı yerinde olan ve ergenlik çağına ermiş her Müslümana namaz farzdır. Bu şartları taşımayan kimseler namazla mükellef değillerdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadiste çocuklar ve akıl sağlığı yerinde olmayan kimselerden sorumluluğun kaldırıldığını belirtmiştir. (Ebû Dâvud, Hudûd, 16) .
Bazı durumlarda sağlık sorunu olanlardan da namaz düşer.

Hanefîlere göre, sadece başını hareket ettirerek dahi namaz kılmaya gücü yetmeyecek derecede rahatsız olan kimseye bir şey gerekmez. Eğer bu hastalıktan ölürse, kaza etme imkânı bulamadığı için borçsuz olarak Allah’ın huzuruna çıkmış olur. İyileşmesi durumunda; kılamadığı namazları bir günlük (beş vakit) namazı geçmezse, kaza etmesi gerekir. Sayı bundan daha çok olursa sahih olan görüşe göre, o kimseye kaza gerekmez. Baygın kalan kişi için de baygınlık süresine göre aynı hükümler geçerlidir. (Kâsânî, Bedâi’, I, 106, 107, 108). İmam Şâfiî bayılma tam bir namaz vakti olursa da kaza gerekmeyeceğini söylemiştir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 204).

Hayatını yatalak olarak geçiren kişi, eğer yataktan kalkıp abdest alamıyorsa veya abdest aldıracak birini bulamıyorsa yanında bulunduracağı tuğla, kiremit veya taş gibi bir madde üzerine teyemmüm eder. Yatağından doğrulmaya ve kıbleye yönelmeye tek başına imkân bulamayan kişi, kendisine yardım edecek kimse de olmadığı takdirde yerinden doğrulmadan, yüzünü çevirebildiği kadar kıbleye çevirerek yattığı yerde namazını îma ile kılar (Serahsî, el-Mebsût, I, 112-113; Kâsânî, Bedâi’, I, 48).

Hastalığından dolayı kendi başına teyemmüm edemeyen ve bu konuda kendisine yardım edecek birini de bulamayan kişi kendisini abdestli gibi sayarak isterse namazını îma ile kılar; isterse de kazaya bırakır; iyileşmesi hâlinde kaza eder, iyileşmeme durumunda ise kendisinden yükümlülük düşer (İbn Nüceym, el-Bahr, I, 246-249,151; Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtâr, I, 184-185, 423; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 185, 423).

İbadetler tevkîfîdir. Yani hem farz oluş gerekçelerinin hem de uygulamalarının her yönüyle akılla bilinmesi mümkün değildir. İbadetlerle ilgili hususlar Kur’an’da genel olarak emredilmiş, Hz. Peygamberin (s.a.s.) uygulamasıyla belirgin hâle gelmiştir.

Kur’an’da, namazların belli vakitlerde farz kılındığı (Nisâ, 4/103) ve kıyam, kıraat, rükû ve secde gibi birtakım rükünlerinin olduğu bildirilmiş; söz konusu ibadetin ayrıntıları ve namaz içerisinde yapılması gereken diğer davranışlar ile ilgili hususlar

Hz. Peygamberin (s.a.s.) sünneti ile sabit olmuştur. (Buhârî, Ezân, 95; Müslim, Salât, 45, Mesâcid, 176; Ebû Dâvud, Salât, 150; İbn Mâce, Salât, 1; Tirmizî, Salât, 114). Bütün bunların bir ifadesi olarak da

Hz. Peygamber (s.a.s.), “Beni namazı nasıl kılarken gördüyseniz siz de öyle kılınız” (Buhârî, Ezan, 18) buyurmuştur. Buna göre namazla ilgili genel hüküm, rükün ve şartlar Kur’an’la, bunlara ilişkin ayrıntılar ise Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetiyle belirlenmiştir.

Bilindiği gibi namaz, dinimizin ifasını emrettiği ibadetlerin en önemlisidir. Kelime-i şehâdetten sonra, İslam binasının üzerine kurulduğu beş esastan birincisidir. Akıllı ve ergenlik çağına ulaşan her müslümanın namaz kılması farzdır. Terk edilmesi ve -geciktirmeyi caiz kılan meşru bir mazeret bulunmaksızın- vaktinde eda edilmeyip kazaya bırakılması, günahtır.

Namaz, uyuyakalmak, unutmak ve baş ile de olsa îma ile kılamayacak kadar hasta olmak gibi meşru bir mazeret bulunmadıkça kazaya bırakılamaz. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise, uyandığı veya hatırladığı vakit kılsın” (Buhârî, Mevâkît, 37; Müslim, Mesâcid, 314-316) buyurmuştur.

Meşguliyeti çok olmak, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuk gibi durumlar namazın ertelenmesi için özür sayılmaz. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Öyle erkekler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyabilir. Onlar, dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.” (Nûr, 24/37)

İşverenin veya iş yerinde sorumluluk alan kimsenin, namaz kılmak isteyen memurlarına ve işçilerine, Cuma namazını ve beş vakit namazın da hiç değilse farzlarını kılabilme imkânını sağlaması gerekir. Ancak çalışanın da işini aksatmaması ve iş disiplininin korunması açısından işverenin veya amirlerin iznini alması uygun olur. İzin verilmemesine rağmen kılınan namaz geçerlidir. Namaz kılma imkânı bulunmayan bir yerde çalışan kimsenin bu imkânı bulabileceği bir iş araması uygun olur.

Eğer çalışanlar aramalarına rağmen başka bir imkân bulamazlar ise; öğle ile ikindiyi, ya ikindiyi öne alarak öğle vaktinde ya da öğleyi geciktirerek ikindi vaktinde; akşam ile yatsıyı da yatsı vaktine geciktirerek veya yatsıyı akşam vaktine alarak (cem ederek/birleştirerek) kılabilirler. Fakat bunun bir zaruret hükmü olduğunu hatırdan çıkarmazlar.

Vakit namazlarının farzı ile sünneti arasında herhangi bir ihtiyaç olmaksızın konuşmak, bir şey yemek veya içmek gibi namaza aykırı bir davranışta bulunmak Hanefî mezhebindeki tercih edilen görüşe göre, namazın sevabını azalttığından mekruh olur (İbn Nüceym, el-Bahr, II, 53; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, II, 461; Tahtâvî, Hâşiye, s. 313). Ancak namazların sünneti ile farzı arasında tesbih, zikir ve Kur’an-ı Kerim tilavetinde bulunmak yahut sünnetin evde kılınması hâlinde mescide gidinceye kadar geçen zaman, fasıla (ara verme) sayılmadığı için bunları yapmakta bir sakınca yoktur.

Namaz, iftitah tekbiri ile başlayıp selam ile sona erer. Bu ikisi arasında namazın sıhhat şartlarından olan bir hususun eksik bırakılmaması gerekir. Mesela abdestli olmak namazın şartlarından olduğu gibi, bu hâlin namazın sonuna kadar devamı gerekir. Ancak selam vererek bir namaz tamamlandığında, daha sonra meydana gelecek durumlar kılınmış olan namazı etkilemez.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Kâbe’nin içerisine girip namaz kılmıştır (Buhârî, Hac 51, 52, Salât 30, 81, 96; Müslim, Hac, 388-394; Muvatta, Hac 193). Dolayısıyla Kâbe’nin içinde kılınan namaz geçerlidir. Zira Kâbe’den maksat, bina değil binanın üzerinde bulunduğu yer ve alandır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 114). Kâbe’nin içinde namaz kılan kimse istediği yöne dönebilir.

Erkeklerle kadınların namaz kılış biçimlerinde birtakım farklılıklar vardır. Bu farklılıklar bazı rivayetlere ve sahabe uygulamasına dayanmaktadır.
Namazlarda kadınların erkeklerden ayrıldığı hususlar şunlardır:

a) Kendi başlarına namaz kılacak erkekler, ezan okurlar, kâmet getirirler. Kadınlar ise ezan okumaz ve kâmet getirmezler.

b) İftitah (başlangıç) tekbirini alırken elleri kaldırmak sünnettir. Erkekler ellerini, başparmaklar kulak yumuşaklarına değecek şekilde kaldırırlar. Kadınlar ise el parmaklarının uçları omuzları hizasına gelecek kadar kaldırırlar.

c) Namazda erkekler, ellerini göbeklerinin altında bağlarlar, sağ ellerini sol elleri üzerine koyup sağ elleri ile sol bileklerini kavrarlar. Kadınlar ise ellerini göğüsleri üzerinde bağlarlar, sağ ellerini sol elleri üzerine halka yapmaksızın koyarlar.

d) Erkekler, rükû durumunda dizlerini dik ve sırtlarını düz tutarlar. Kadınlar ise sırtlarını erkekler gibi düz tutmazlar, biraz meyilli bulundururlar.

e) Erkekler, secdede kollarını ve uyluklarını karınlarından uzak tutarlar ve kollarını yere değdirmezler. Kadınlar ise, secdede karınlarını uyluklarına yapıştırıp kollarını yanlarına temas ettirirler.

f) Tahiyyâta oturuşta ve secde aralarında erkekler sol ayaklarını sağa doğru yatırarak üzerlerine otururlar ve sağ ayaklarının parmak uçlarını kıbleye doğru dikerler. Kadınlar ise, ayaklarını sağ taraflarına yatık bulundurarak yere otururlar.

Kur’an-ı Kerim’de, “Allah herkesi ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar.” (Bakara, 2/286) buyrulmaktadır. Bu âyete dayanılarak “Tâat, tâkata göredir.” (Merğînânî, el-Hidâye, II, 83) şeklinde temel bir ilke ortaya konmuştur. Asıl olan, namazın şartlarının ve rükûnlarının eksiksiz bir şekilde yerine getirilmesidir. Baş ile işaret edilerek (îmâ ile) namaz kılınması, ancak normal şekilde namaz kılmanın mümkün olmadığı hâllerde caizdir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), “Eğer yere secde edebiliyorsan et. Yere secde edemiyorsan başın ile îmâ et. Secde için îmâ yaparken, başını rükû için eğdiğinden daha aşağı eğ.” (Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, III, 345-346) buyurmuştur. Namazların îmâ ile kılınması, ancak hastalık durumunda başvurulması gereken bir yol olarak ele alınmış ve fıkıh kitaplarında “hastanın namazı” konusu içerisinde incelenmiştir (Serahsî, el-Mebsût, I, 212).

İş yerinde namaz kılınmasına müsaade edilmemesi ise kişinin namaz kılma kudretini değil, kudreti olduğu hâlde fiilen namaz kılma imkânını ortadan kaldırmaktadır. Sağlığı yerinde olduğu hâlde fiilen namaz kılma imkânı bulamamak, îmâ ile namaz kılmayı caiz kılan durumlar arasında yer almamaktadır. Bu sebeple namaz kılmasına izin verilmediği bir ortamda bulunan kimse namazını îmâ ile kılamaz.

Böyle bir ortamda çalışan kimse, öncelikle ibadetlerini rahatça yerine getirebileceği başka bir iş araması uygun olur. Böyle bir iş bulamaz da mevcut işinden ayrıldığı takdirde kendisi ya da bakmakla yükümlü olduğu kimselerin maişetini karşılayamama durumu ile karşı karşıya kalırsa, mümkünse namazlarını usulüne göre cem ederek kılar.

Yani, öğle ile ikindiyi, ya ikindiyi öne alarak öğle vaktinde ya da öğleyi geciktirerek ikindi vaktinde; akşam ile yatsıyı da yatsı vaktine geciktirerek veya yatsıyı akşam vaktine alarak (cem ederek/birleştirerek) kılabilirler. Fakat bunun istisnai bir hüküm olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Eğer bu da mümkün değilse ilk fırsatta kılmak üzere kazaya bırakabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) de savaş nedeniyle kılamadığı namazını daha sonra kaza etmiştir (Buhârî, Cihad, 98).

Din ve vicdan özgürlüğünün bir boyutu da ibadet hakkıdır. İnanç özgürlüğünün devamı olarak, bir dine inanan kimse, o dinin gereklerini yerine getirebilme hakkına da sahiptir. Mesaisini istismar etmeden, işverenin izni veya haberi olmadan kılınan namazda herhangi bir kul hakkı boyutu söz konusu değildir. Kaldı ki, namaz kılarken geçen vakti ve iş kaybını telafi de mümkündür.

İslam’a göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Kur’an-ı Kerim’de “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiçbir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)” (Fâtır, 35/18) buyurulur.

İslam, her insanın bir iradesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bunun sonucu olarak yaptıklarından sorumlu olacağını bildirmiştir. “Herkes kazandığı karşılığında rehindir.” (Tûr, 52/21);“Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (Zilzâl, 99/7-8); “O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır.” (Enbiyâ, 21/23) mealindeki âyetler buna delildir.

Bir Müslüman, ibadetlerini yerine getirmezse bunun hesabını Allah’a verecektir. Diğer müslümanlara düşen ise ona nasihat etmek ve telkinlerde (emr-i bi’l-ma’ruf) bulunmaktır. İnsanın emr-i bi’l-ma’rufa en yakınlarından, ailesinden başlaması esastır. Nitekim Hz. Peygamber’e (s.a.s.) de böyle emredilmiştir. Rabbimiz ona tebliği emrederken, “(Önce) en yakın akrabanı uyar” (Şu’arâ, 26/214) buyurmuştur.

Hadis-i şerifte de her Müslümanın yönetimindekilerden sorumlu olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Cumua, 11; Müslim, İmâre, 20). Eşlerin birbirlerine ve çocuklarına karşı, maddî konularda olduğu gibi manevî alanlarda da sorumlulukları vardır. Bu sorumluluk, dinin gereklerini öğretmek ve telkin etmektir. Zira, Allah Teala, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) hitaben şöyle buyurur: “Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir.” (Tâhâ, 20/132).

Bu itibarla, bir kimse, namaz kılmayan eşine, beş vakit namazını vakti içinde eda etmesi için, namazın maddî ve manevî faydalarını güzellikle anlatmalı, geçmişteki ihmalkârlığından ötürü tövbeye davet ederek namaz kılmaya iknaya çalışmalıdır. Güzellikle yapılacak tavsiyelere rağmen, eşin namaz kılmamasının sorumluluğu tamamen kendisine yani kılmayana aittir.

İslam dini tesettürü emretmekle birlikte, örtünmenin şekli konusunda ayrıntıya girmemiş, bunu örfe bırakmıştır. Kadınların namazda el, yüz ve ayakları dışında kalan bütün bedenleri avrettir (Mevsıli, el-İhtiyar, İstanbul, ts. I, 46). Dolayısıyla vücut hatlarını belli etmeyen ve teni göstermeyen kıyafetlerle namaz kılmaları gerekir.

Buna göre dar ve şeffaf olmayan pantolonla bayanların namaz kılmalarında bir sakınca yoktur. Ancak vücut hatlarını ortaya çıkaran dar pantolonla namaz kılmak mekruhtur. Diğer taraftan altını gösterecek şeffaflıkta bir elbise ile namaz kılmak ise caiz değildir (İbn Nüceym, Bahru’r-raik, Daru’l-marife, I, 283).

Din İşleri Yüksek Kurulu, 22.01.1998 tarihinde Kurul Başkanı İsmail Öner’in başkanlığında toplandı. 
Son günlerde medyada çoğu yetkisiz ve yeterli bulunmayan kişiler tarafından tartışmaya açılan;

a) Kadınların Cuma, Bayram ve Cenaze Namazı Kılıp Kılamayacağı ve Bunların Saftaki Durumları,
b) Kur’an’da Beş Vakit Namaz Olup Olmadığı,
c) Kadınların İmameti,
d) Hayızlı ve Lohusa Kadınların Namaz Kılıp Kılamayacağı, Oruç Tutup Tutamayacağı, Kur’anı Kerim’e El Sürüm Süremeyeceği, Tavaf Yapıp Yapamayacağı ve Camiye Girip Giremeyeceği,
e) Teravih Namazının Rek’at Sayısı,

konularında, kamuoyunu aydınlatmak üzere başkanlık görüşünün kurul kararı olarak belirlenmesine dair ilgili yazı incelenmiş ve bu konularla ilgili olarak hazırlanana ilişik yazıların (11 sh.) Diyanet aylık Dergisi’nde neşrine ve uygun görüldüğü takdirde acilen basımı sağlanarak yurtiçi ve yurtdışı teşkilatımız ile halkımıza dağıtımının uygun olacağına karar verildi.

Kadınların Cuma, Bayram ve Cenaze Namazı Kılıp Kılamayacağı ve Bunların Saflardaki Durumu 
Cuma namazı farz-ı ayın, bayram namazları vacip, cenaze namazı ise farz-ı kifayedir. Bunlardan cuma ve bayram namazları, ancak cemaatle kılınır. Cenaze namazının cemaatle kılınması şart olmadığı gibi; ister erkek, ister kadın olsun tek bir müslümanın kılmasıyla kifai farz yerine gelmiş olur. Görüldüğü üzere, gerek mükellefiyet gerek hüküm bakımından cenaze namazında kadın ile erkek arasında hiç bir fark yoktur.
 
Cuma namazının farziyyetiyle ilgili ayetin (Cum’a, 62/9) kadın ve erkekleri içeren umumi hükmü sünnetle tahsis edildiği için, cuma namazı ile sadece hür, mukim ve (cuma namazına katılmaya engel olacak derecede hasta ve yaşlı olmayan) sağlıklı erkek Müslümanlar mükelleftir. Nitekim ayetin umumi hükmünden hür, mukim ve sağlıklı olmayanlara da cuma namazının farz olduğu anlaşılmakta ise de, ayetin hükmü bu yönden de tahsis edilmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Hürriyetine sahip olmayan köle, kadın, çocuk ve hasta .müstesna olmak üzere, cemaatle cuma namazı kılmak, her müslüman üzerinde vacip bir haktır.” (Ebu Davad, Salat, 168, Hadis No:1O67; Beyhekı, III, 172) buyurulmuştur.

Bu itibarla kadınlar cuma namazı ile yükümlü değildir. Cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda icma vardır. Asr-ı saadetten beri hiçbir İslam müçtehit ve alimi bunun aksini söylememiş, bütün İslam ülkelerinde, her dönemde uygulama da böylece devam ede gelmiştir.  
Vakıa, cuma ve bayram namazları ile yükümlü olmadıkları halde kadınlar isterlerse bu namazlara katılabilirler. Bu takdirde, kendisine cuma namazı farz olmayan (mesela dinen misafir sayılan) bir kişinin cuma namazını kıldığında o günkü öğle namazını kılmasına gerek olmadığı gibi, cuma namazına katılan kadınların da ayrıca öğle namazını kılmaları gerekmez.

Nitekim günümüzde beş vakit namazda ve özellikle teravihte olduğu gibi, gerek asr-ı saadette, gerek sonraki dönelerde kadınlardan çok sayıda cuma ve bayram namazlarına katılanlar olmuştur. Ancak ne Hz. Peygamber (s.a.) döneminde ne de müteakip asırlarda beş vakit namazla mükellef kadınların tamamının cuma ve bayram namazlarına katıldığı sabit değildir. Günümüzde de isteyen hanımların cami adabına uyarak camilerin kendilerine ayrılan bölümlerinde,cuma ve bayram namazı kılmalarında hiçbir sakınca yoktur. 

Safların düzenlenmesine gelince:  
İslami hükümlere göre, sadece namaz kılarken değil, ihtiyaç ve zaruret bulunmadıkça kadınların erkekler arasına karışmayıp, uygun olan ayrı bir yerde bulunmaları uygun olur. Bu itibarla ister cuma, ister bayram, ister cenaze, hangi namaz olursa olsun, kadınlar erkeklerle birlikte namaz kıldıkları takdirde, erkeklerden ayrı, uygun bir yerde namaza durmaları gerekir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) namaz saflarını önce erkekler, sonra erkek çocuklar en arkada da kadınlar olmak üzere düzenlemiş; “namazda erkek saflarının en faziletlisi en önde olanı, fazileti en az olanı ise en arkada bulunanıdır. Kadın safların en faziletlisi ise en arkada kalanı, en az faziletlisi ise en önde olanıdır.” (Müslim, Salat , 132;Ebu Daud, Salat, 97. Tirmiz.i, Mevakıt, 52; Nesai, İmame, 32; İbn Mace, İkame, 52) buyurmuştur.

Sünnet olan safların böyle olmasıdır. Sünnete uymayarak, kadınlar erkek safları arasına karışarak imama uyarlarsa, Hanefi mezhebine göre rüku ve secdeli namazlarda kadınların arkasında ve hizasında kalan erkeklerin namazları fasit olmuş sayılır. bu duruma sebep olan kadınlar da günah işlemiş olurlar. Bu durum, rüku, ve secdesi bulunmayan cenaze namazında meydana gelirse, erkeklerin namazı fasit olmazsa da, sünnete (yani Hz. Peygamber (s.a.) ‘in düzenlemesine) aykırı hareket edildiği için mekruh olur. 
 
b. Kur’an-ı Kerim’de Beş Vakit Namazın Bulunup Bulunmadığı  
 
Belirli şartları taşıyan Müslümanlara günde beş vakit namazın farziyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Beş vakit namazın eda edileceği vakitlere ve ne şekilde eda edileceğineKur’an-ı Kerim’in bir kısım ayetlerinde mücmel olarak işaret olunmuş, bu işaretler Rasalül1ah (s.a.)’in kavli ve fiili sünnetiyle açıklık kazanmıştır. Bilindiği üzere Kur ‘ an-ı Kerim ‘ deki mücmel emir ve hükümleri açıklama yetkisi, Onu insanlara tebliğle görevli olan Peygamber (s.a.) Efendimize aittir.

O namazı bizzat kılarak ve Müslümanlara imam olup kıldırarak nasıl kılınacağını öğrettiği gibi bunların vakitlerini de göstermiştir. Gerek kılınış şekli, gerek vakitleri ile ilgili bu uygulama ameli tevatür o1arak, günümüze kadar devam etmiştir.  Kur’an-ı Kerim’ de beş vakit namaza mücmel olarak işaret eden ayetlerden Taha Süresinin 130 uncu ayetinde: “…Güneşin doğmasından önce de, batmasın dan önce de Rabbını övgü ile tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, rızaya ulaşasın.” buyurulmuş; güneşin doğmasından ve batmasından önce, gece saatlerinde ve gündüzün iki ucunda olmak üzere beş ayrı vakitte Cenab-ı hakk’ ı tesbih yani namaz kılmak emredilmiştir.
 
Bakara Süresinin 238 inci “namazlara ve ayrıca orta namaza devam edin” mealindeki Ayet-i kerimede “namazlar” anlamındaki “salâvat” kelimesi çoğuldur. Arapça da çoğul üçten başlar. “İki” ye tesniye denir ve ”iki namaz” sözü “salateyn” şeklinde söylenir. Demek oluyor ki, ayetteki ”salavat” sözünden en az üç namaz anlaşılır. Ayrıca bir de “orta namaz” var. Çünkü matuf, matuf aleyhten (üzerine atıf yapılandan) ayrıdır. Bu sebeple “orta namaz”, “namazlar” ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza ”orta namaz” denilmesi de mümkün değildir. O halde, ayetteki “salavat” kelimesi, en az dört namazı ifade eder. Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar. Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır.
 
Hud süresinin 114’üncü ayetinde ise, “Gündüzün iki ucunda ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl…” buyurulmaktadır. 
Ayet-i celilede ”gündüze yakın saatler” anlamındaki “zülef” kelimesi, “zülfe” nin çoğuludur. Yukarıda belirtildiği üzere en az üç adedi ifade eder. demek oluyor ki, bu ayete göre gecenin gündüze yakın saatlerinde, (akşam, yatsı ve sabah namazı olmak üzere) en az üç namaz var. Ayrıca gündüzün iki ucunda da iki vakit var. Böylece bu ayet-i kerimeden de namazın beş vakit olduğu anlaşılmaktadır.
 
Bunlardan başka Nisa, 4/103. Hud, 11/114; İsra, 17/78; Rum, 30/17-18; Nur, 24/36; Kaf, 50/3940; Dehr (İns8n) , 76/25-26 ayet.-i kerimelerinde de beş vakit namaza veya vakitlerine mücmel o1arak işaret eden ifadeler bulunmaktadır. Bu mücmel ifade ve işaretler, Rasulüllah ( s.8. ) , in söz ve uygulamalar ile açıklanmış, onun açıkladığı ve uyguladığı şekilde bütün Müslümanlar tarafından ameli uygulama olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir. Asr-ı Saadetten beri her asırda Müslümanlar beş vakit namaz kılmış hiç kimse bunun aksini söylememiştir. Bu itibarla “Kur’an’ da beş vakit namazın bulunmadığı iddiasının ilmi hiç bir değeri yoktur.

c. Kadının İmameti 
Kadınların namazda imamlık yapması , bir kadının hemcinsleri olan diğer kadınlara imamlığı ve kadın-erkek karışık cemaate veya sadece erkeklere imamlığı olarak iki kısma ayrılır. 
Kadının hemcinsleri olan diğer kadınlara imamlığı konusunda, Hz. Peygamber (s.a.)’in hanımlarından Ümmî Seleme ve Hz. Aişe’ nin kadınlara imam olarak namaz kıldırdıklarına, bu durumda öne geçmeyip ilk safın ortasında durduklarına ait ilk devir hadis kaynaklarında bilgiler vardır. Kadınların günlük beş vakit namazda olduğu gibi, teravih namazında da diğer kadınlara imamlık yapmaları ls1am fakihleri tarafından caiz görülmüştür .

Bir kadının, erkeklere veya kadın-erkek karışık cemaate imamlık yapması ise, ilk hadis kaynaklarından Ahmed b. Hanbel’ in Müsned’ inde, Ebu Davud’un Sünen’ in de, İbn Huzeyme’ nin Sahih ‘ inde, Beyhaki ‘ nin Sünen-i Kebir ‘ inde , Hakim ‘ in Müstedrek ‘ inde ve muahhar pek çok kaynakta yer alan bir habere göre

Hz. Peygamber (s.a.v.) istisnai olarak Ümmî Varaka isimli hafız-ı Kur’an bir sahabiyye hanımın kendi ev halkına imamlık yapmasına izin vermiştir. Ümmî Varaka’ nın ev halkı ise, ölümünden sonra azad olmaları kaydıyla hür kıldığı biri erkek diğeri hanım iki köleden ibaretti. 
Bu rivayete dayanarak İmam Ahmed, Ebu Sevr, Müzeni, Taberi, 1bn Teymiyye gibi alimler, kadının zaruret halinde erkeklere de imamlık yapabileceğini söylemişlerdir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife, Şafii gibi müctehidler ile Cumhur-ı fukaha ise, kadının erkeklere imamlığını caiz görmemişlerdir.

d. Kadınların Özel Hallerinde Yapamayacakları ibadetler 
Dinimiz müslümanları ibadet etmekle yükümlü kılmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da kadın ile erkek arasında bir ayırım yapmamıştır. Çünkü erkeğin olduğu kadar kadının da ibadete ihtiyacı vardır. Erkek, yapmakla yükümlü olduğu ibadet görevini yapmadığı zaman Allah’a karşı sorumlu olduğu gibi kadın da aynı şekilde sorumludur.

Ancak kadınlarda, ayhali (hayz), lohusalık (nifas) ve istihaza (özür akıntısı) denilen, kendilerine özel bazı haller vardır. 
Kadınların ayhali dönemlerinde, -temizleninceye kadar,- cinsî ilişkide bulunmaları Kur’an-ı Kerim’de (Bakara, 2/222) yasaklanmış; namaz, oruç ve Kabe’yi tavaf da, sünnetle bu yasak kapsamına alınmıştır. Nitekim, Fatma binti Ebî Hubeyş’in:

-Ben istihazalı bir kadınım; hiç akıntım durmuyor. Namazı bırakayım mı? şeklindeki sorusuna Hz.Peygamber (s.a.): 
-“Hayır, o hayız akıntısı değil; damardan gelen hastalık kanıdır. Adet gördüğün günler sayısınca namazı bırak. (Bu sayı dolunca) yıkan ve namaz kıl” (Müslim, Hayz, 14; Ebû Davûd, Taharet, 109; Tirmizi, Taharet, 96; Nesaî, Hayz, 2) buyurmuştur. Bu istihazalı durumda olan kadınlar, 
taharet yönünden özürlü kimseler gibi, her vakitte abdest alarak namazlarını kılarlar. Nitekim Tirmizi’nin rivayetinde: “vakit gelince her namaz için abdest al” ziyadesi de yer almıştır.

Kadınların ayhali dönemlerinde namaz kılamayacakları, oruç tutamayacakları ve Kabe’yi tavaf edemeyecekleri ayrıca bu günlerde kılamadıkları namazlarını kaza etmeleri de gerekmediği konusunda İslâm müctehid ve fakihleri arasında icma vardır. Sözüne itibar edilen hiçbir İslâm bilgini bunun aksini söylememiştir. Nitekim:

Neden, âdet gören bir kadın (temizlendikten sonra âdet günlerinde kılmadığı namazları kaza etmiyor da tutmadığı oruçları kaza ediyor? diye soru soran Muaze adlı hanıma Hz.Aişe: 
– Sen (hanımların ay halinden kılamadıkları namazların da kazası gerekeceğini söyliyen) Haruriye’den misin? demiş; 
– Hayır, Haruriye değilim, ama (öğrenmek için) soruyorum, cevabı üzerine: Hz.Aişe:

– “Vaktiyle bu iş bizim başımıza geldiğinde, orucu kaza etmekle emrolunduk, namazın kazasıyle emrolunmadık, (Müslim, Hayz, 15) demiştir. 
Ayhalinde iken kadınların Kâbe’yi tavaf edemeyecekleri konusunda da Hz.Aişe; veda haccı esnasında yolda Serif denilen yerde âdet görmeye başlaması üzerine, Rasûlüllah (s.a.)’in:

– “Bu Allah Teâlâ’nın, Hz.Adem’in kızları üzerine yazdığı bir şeydir. (senin elinde olan bir şey değildir). Hacıların, hacla ilgili yaptıklarını sen de yap. Ancak âdet gördüğün sürece Kâbeyi tavaf etme, buyurduğunu” (Buharî, Hayz, 1) nakletmiştir.

Nifas (lohusalık) hali de hayız gibidir. Hayız ile ilgili hükümler aynen nifas için de geçerlidir. Nitekim bazı hadis-i şeriflerde “nifas” kelimesi “hayız” anlamında da kullanılmıştır. İbn Hazm diyor ki, Peygamberimizin “nifas” kelimesini “hayız” anlamında da kullanmasından, bunların hükümlerinin aynı olduğu anlaşılır.(El-Muhalla, I, 273) İslam âlimleri, nifasın hükmünün, hayız gibi olduğu hususunda ittifak halindedir.(Neylü’l-evtar, I, 333)

Âdet gören veya lohusa olan kadınların Kur’an-ı Kerim’i okumalarına gelince; bu konuda İslâm âlimlerinin farklı görüşleri vardır. 
İmam Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre hayızlı veya lohusa olan kadınların el sürmeyerek ezbere veya yüzünden Kur’an-ı Kerim’i okuyabilirler.(Fethu Babi’l-İnaye, I,217) İmam Mâlik bu durumdaki Kur’an öğretici ve öğrencilerinin Kur’an-ı Kerim’i tutmalarını da öğretme ve öğrenme zaruretine binaen câiz görmüştür. (Fethu Babi’l-İnaye, I, 217-218)

Zahiri mezhebi fakihlerinden İbn Hazm ise hayız ve lohusa olan kadınlarla cünüp olan kimselerin hem Kur’an-ı Kerim’i tutmaları ve hem de okumalarının câiz olduğunu söylemiştir.(el-Muhallâ, I, 94)

Hanefi ve Şafiîler ise Tirmizî, ile İbn Mâce’nin İbn Ömer (r.a.)den rivâyet ettikleri:

“Ayhali olan kadın ve cünüp olan kimse Kur’an’dan hiçbir şey okuyamaz.”(Tirmizi, Tahare, 98; İbn Mâce, Tahare, 105) anlamındaki hadis-i şerifini esas alarak, hayız veya lohusa olan kadınların Kur’an-ı Kerim’i okumalarının caiz olmadığını söylemişlerdir. 
Görüldüğü üzere, Kur’an-ı Kerim’de yasaklanmadığı için, kadınların âdet günlerinde namazlarını kılıp oruçlarını tutabilecekleri sözü isabetli değildir. Bu iddia, bu konudaki hadisi şeriflere ve peygamberimizden günümüze kadar ki icma haline gelmiş uygulamaya aykırıdır.

Yukarda belirtildiği üzere, sözüne itibar edilen hiç bir İslâm âlimi böyle görüş ileri sürmemiştir. Konuya kadın erkek eşitliği açısından bakmak da yanlıştır. Bunun kadın erkek eşitliğiyle bir ilgisi yoktur. Peygamberimiz hanımların bu halleri devam ettiği sürece namaz kılamıyacaklarını, oruç tutamıyacaklarını ve Kâbeyi tavaf edemiyeceklerini bildirmiştir. Şüphesiz her konu Kur’an-ı Kerim’de detaylı olarak yer almamıştır. Kur’an-ı Kerim’den sonra İslâmî hükümlerin ikinci kaynağı da sünnettir. Kur’an-ı Kerîm’de:

“Kim Peygambere itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiştir. (Nisa, 4/80); “Peygamber size ne verdi ise onu alın ve size neyi yasakladı ise ondan sakının.”(Haşr,59/7) buyurulmuş; peygamberimizin emir ve tavsiyelerine uyulması emredilmiştir. 
Sünnette yer alan ve tarih boyunca da sünnete uygun olarak uygulanan bir konu hakkında aykırı bir görüşte bulunmanın bir değer taşımıyacağı açıktır.

e.Teravih Namazının Kaç Rekat Olduğu 
Teravih ramazan ayına mahsus bir gece namazıdır. Yatsı namazından sonra kılınır. Kadın erkek her müslüman için sünnet-i müekkede bir namazdır. Kılınmadığı takdirde kazası gerekmez. tek başına kılınabildiği gibi cemaatla kılınması kifai sünnettir. peygamberimiz cemaatla namaz kılmaya olan iştiyakına rağmen farz namazları dışında sadece teravih namazını cemaatla kılmışlardır. (1)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bu namazın kılınmasını ümmetine tavsiye ve teşvik etmişlerdir: “Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan namazını kılarsa geçmiş günahlarından bir kısmı bağışlanır.” (2) buyurmuşlardır.

Buhari teravihin önemine binaen bu hadisi “nafile olan Ramazan Namazını kılmak imandandır” başlığı ile açtığı bir babda zikretmiştir.(3)

Toplumumuzda her kesimin ilgisini çeken bu çok sevimli ve ruhlara ferahlık veren neşeli ibadetimiz ülkemizde büyük bir huşu ve huzur içerisinde yerine getirilmekte toplumumuzda birlik beraberliği ve uzlaşıyı da beraberinde getirmektedir. 
Teravih namazını ilk olarak Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir ramazan gecesi ashabı ile birlikte kılmışlardır. Ertesi gün duyulunca cemaat artmış yine teravih namazı beraber kılınmıştı.

Üçüncü gece cemaat daha da çoğalmış yine Rasullüllah hanesinden çıkıp teravih namazını ashabıyle kılmışlar ancak dördüncü gece cemaat mescide sığmayacak derecede çoğalınca Peygamberimiz yalnız yatsı namazını kıldırarak hanesine çekilmiş teravih namazı için çıkmamış ve sabah namazına kadar bekleyen cemaata namazdan sonra “teravih için beklediğinizi biliyordum fakat üzerinize farz olur da edasından aciz kalırsınız diye korktum.” (4)

buyurmuştur. O günden sonra herkes teravih namazını evinde veya mescidde kendi kendine kılmaya devam etmiştir. Hz.Ömer devlet başkanlığı sırasında teravih namazı kılmadaki dağınıklığı görmüş bunu önlemek için cemaati bir imam arkasında toplayıp tekrar cemaatla kılmanın daha hoş olacağını arkadaşlarına söylemiş ve ashabın ileri gelen hafızlarından U’bey İbn-i Kâ’bı imam tayin ederek teravih namazının cemaatla kılınmasını başlatmıştır.

Hz.Ömer halkın dini bir vecd ile namaz kıldıklarını görünce “bu ne güzel bir adet oldu” diye sevincini belirtmiştir. Gerçi teravih namazı zamanı saadette vardı. Birkaç gece de olsa bizzat Rasulüllah’ın beraberinde cemaatla kılınmıştı. Dinde olmayan birşey dine sokulmamıştı. Bu bakımdan Hz.Ömer’in “şu ne güzel bir bid’at oldu” sözündeki bid’at ifadesi dinde olmayanı dine sokma anlamında değildir. Belki cemaatla kılınmasının yeniden ihdas edilmiş olması anlamındadır. Bunun da bir sakıncası yoktu.

Çünkü Hz.Peygamber farz sayılacağı endişesiyle teravihin cemaatla kılınmasını bırakmıştı. Onun irtihalinden sonra artık böyle bir endişe de kalmamıştı. Teravihin tekrar cemaatla kılınması şariin maksadına aykırı değildi. 
Nitekim bilahire Hz.Ali (r.a.) da bu namazı teşvik etmiş ve “Ömer mescidlerimizi teravihin feyziyle nurlandırdığı gibi Allah’da Ömer’in kabrini öyle nurlandırsın” diye memnuniyetini belirtmiştir.

Hz.Ömer zamanındaki cemaatla kılınan teravihin kaç rek’at olduğu hakkında iki rivayet vardır: Vekî’ın malik İbn Enes’den onun da yahya İbn Sa’d’dan rivayetine göre Hz.Ömer görevli birisine cemaatına yirmi rek’at kıldırmasını emretmişti.(5)

Hz.Aişe’den Hz.Peygamber’in ramazanda ve sair gecelerde, bir rivayette onbir, diğer rivayette onüç rek’attan fazla namaz kılmadığı hakkındaki sahih rivayete ilaveten Hz.Ömer’in de Muvatta’daki rivayete göre onbir rek’at kıldırması için U’bey İbn Kâ’b’a emir verdiği hakkındaki rivayetleri karşısında Beyhakî’nin Said İbn Yezid’den Hz.Ömer döneminde teravihi yirmi rek’at kıldıklarına dair rivayetini İmam Nevevî te’lif etmiş ve Hz.Ömer’in onbir rek’at emri, döneminde ilk kılınan teravih gecelerine aitti. Sonra teravih yirmi rek’at olarak yerleşmişti. Şimdiye kadar devamedegelen de budur. “(6) demiştir.

Teravih namazının asrı saadette ve ondan sonraki dönemde rek’atlarının adedi hususunda daha geniş malumat edinebilmek ve sağlıklı bir sonuca kavuşmak için Allame Bedreddin Aynî’nin Umdetü’l-kârî isimli eserindeki malumata kısaca bir göz atma ihtiyacını duymaktayız. 
Bu İslâm aliminin verdiği bilgiye göre Resûuli Ekrem’in gece namazının gerek kemiyet ve gerek keyfiyeti hakkındaki haberleri Hz.Aişe ile İbn-i Abbas’tan başka daha birçok sahabiden gelmektedir.
Bu husustaki rivayetlerin özeti şunlardır:

Tirmizi `nin Medine’lilerin uyguladıklarını söylediği teravih namazı vitirle birlikte kırkbir rek’attır. 
İmam Mâlik’den meşhur olan otuzaltı rek’at teravih, üç de vitir’dir…. 
Tirmizi ekseri ilim ehline göre teravih yirmi rek’attır, zira Hz.Ömer, Hz.Ali (r.a.) ve daha başka sahabilerden rivayet edilen de budur. Bizim Hanefi ekolünün görüşleri ve sözleri de budur…….demiştir.

Saib İbn Yezid’den Ömer İbn-i Hattab’ın U’bey İbn-i Kâ’b ile temimi Dari’ye ramazan imamlığı verirken yirmi bir rek’at kıldırmalarını söylediği yüzer âyet okunarak kılınan bu namazdan cemaat dağılırken nerdeyse tan yeri ağaracağı rivayet edilmiştir. 
İbn-i Abdilberr demiştir ki Haris İbn-i Abdirrahman İbn-i Ebî Zübab’ın Saib İbn-i Yezid’den rivayetine göre de teravih namazı Hz.Ömer zamanında yirmiüç rek’attı. Bunun üçü vitir namazıydı.

Hz.Ali’den gelen bu husustaki rivayete gelince Vekî’in, Hasan İbn-i Salih kanalıyla Ebu’l Hasna’dan, gelen rivayetine göre de Hz.Ali görevli bir adama teravih namazını yirmi rek’at kıldırması için emir vermişti….. 
A’meş, Abdullah İbn-i Mes’ud’un da ramazan ayında yirmi rek’at teravih üç de vitir kıldığını söylemiştir.

Bedreddin Ayni Tabiinden bu görüşte olanların isimlerini de verdikten sonra diyor ki İbn-i Abdilberr de demiştir ki cumhur-i Ulema’nın kavli de budur. Kufe uleması, İmam-ı Şafii’yi ve birçok fukaha da bu görüştedirler. Sahabe’den bu hususta bir ihtilaf da sözkonusu olmamıştır. U’bey İbn-i Kâ’b’dan sahih nakledilen de budur.

Allame Aynî teravih namazının rek’atlarıyle ilgili başka rivayetlere de şöyle temas etmektedir: 
Ebu Mucliz’den gelen rivayete göre bu zat cemaata onaltı rek’at kıldırır her gece kur’an’ın yedide birini okurdu….. 
Teravihin onüç rek’at olduğunu Saib İbn-i Yezid söylemiştir ve demiştir ki: Biz Hz.Ömer zamanında onüç rek’at kılardık. Ama yeminle söyliyeyim ki mescidden ancak sahaba karşı çıkabilirdik. Her rak’atında elli-altmış âyet okunurdu. İbn-i İshak diyor ki, bu hususta duyduklarımın en sağlamı ve uygunu budur.

Bedreddin Aynî bu onüç rek’at Hz.Ömer’in döneminde işleme koyduğu ilk gecelere ait teravih namazıydı. Sonra bunu yirmi üç’e çevirmişti, diyor. (7)

Bu hususta İbn-i Ebî Şeybe’nin el-kitab-ül Musannefinde: Hz.Ömer yirmi rek’at teravih kılınmasını emrettiği tasrih edilmiş, Abdülaziz bin Refîin U’bey bin Kâ’b’ın ramazanda Medinede yirmi rek’at teravih, üç rek’at da vitir kıldırdığını söylemiştir.(8)

Saib bin Yezid diyor ki biz Hz.Ömer zamanında yirmi rek’at teravih ve ayrıca vitir kılardık. Nevevi Hûlâsada bunun isnadı sahihtir. diyor. Muvattadaki onbir rek’at rivayeti başlangıca aitdi, sonradan yirmi üzerinde istikrar etmiştir, tevarûs eden de budur…(9)

Mezhep İmamlarının görüşüne gelince: 
İmam Malik’den otuz altı rivayetine karşılık öteki üç mezhep imamı da teravih için yirmiden noksan bir sayıyı benimsememişlerdir. Bu hususta Tahavî Cessas’ın telhîs ettiği “İhtilâf’ü Ulema” isimli eserinde bu hususda sadece şu bilgiyi vermiştir. 
Hanefiler ve İmam Şafiî vitirden başka yirmi kılınır. demişlerdir.

İmam Malik vitirle beraber otuz dokuz kılınır, otuz altısı teravih üçü vitirdir demiş. Ve insanların kadimden uygulayageldikleri budur. diye de ilave etmiştir. 
Saib İbn-i Yezid Hz.Ömer zamanında biz ramazanda yirmi kılardık. Fakat yorulur değneklere dayanma ihtiyacı duyardık demiştir. 
Hasan İbn-i Hayy, Amr İbn-i Kays’dan, o da Ebul Hasna’dan rivayet etmiştir ki: Hz.Ali (r.a.) bir kişiye ramazan da cemaata yirmi rek’at kıldırmasını emretmiştir.(10)

İbn-i Rüşd bu hususta şu bilgiyi veriyor: Ramazanda kılınan namazın rek’atları sayısında Alimler ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı Malik iki görüşünün birinde, Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Ahmed ve Davud bu namazın vitir namazından başka yirmi rek’at olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik’den İbn-i Kasım’ın anlattığına göre İmam Malik, teravihin otuz altı, vitir namazının da üç olduğunu ve bunu güzel gördüğünü nakletmiştir. 
Rek’atların adedindeki ihtilaf bu husustaki naklin ihtilafına bağlıdır. Şöyleki Malik, Yezid İbni Ruman’dan Hz.Ömer zamanında insanlarımız yirmi üç rek’at kılırlardı diyor.

İbn-i Ebi Şeybe Davud İbn-i kays’dan tahricine göre davud İbn-i kays demiştir ki insanlarımız Ömer İbn-i Abdülaziz ve Eban İbn-i Osman zamanında Ramazanda Medine’de üç rek’at vitir namazı olmak üzere otuz altı rek’at namaz kılarlardı. 
İbn-ül Kasım’ın İmam Malik’den anlattığına göre ötedenberi uygulanagelen bu idi. Yani ramazan namazı otuzaltı rek’attı.(11) 

İLK TERAVİH 
Peygamberimizin ashabına kıldırdığı ilk teravih namazından bahseden muteber hadis kaynaklarının verdikleri hadislerde teravih namazının rek’atları ile ilgili bir sayı yoktur. Bu sayı, Hz.Aişe’den rivayet edilen, Peygamberimizin gece namazları hakkındaki varid olan soruya Hz.Aişe’nin verdiği cevapla tesbit edilmeye çalışılmıştır. Hz.Aişe’den Rasulüllah’ın ramazandaki gece namazından sorulduğunda Hz.Aişe “Rasulüllah (s.a.v.) ne ramazanda ne de ramazandan başka gecelerde onbir rek’at üzerine ziyade etmiş değildir.” (12) karşılığını vermiştir.

Başka bir rivayette bu sayı onüç rek’at olarak hadiste yer almıştır. (13)

Ancak Hz.Aişe’nin Hz.Peygamberin gece namazları ile ilgili belirttiği bu sayının kesin olarak teravihle ilgili olduğu şüphelidir. Zira Hadisin Sûret-i Sevkinden de anlaşılıyor ki Rasulüllah’ın devamlı kıldığı bir gece namazı vardı. Acaba ramazan münasebetiyle her ibadetinde olduğu gibi Peygamberimizin bu namazında da bir değişme, bir artış olur muydu? şeklinde bir yaklaşımla sorulmuş olabileceği variddir. Hz.Aişe’nin, Rasulüllah’ın gece namazını övmesinden de anlaşılıyor ki soru sadece ramazandaki bu gece namazı hakkında idi. Hz.Aişe soranın bir şüphesi kalmasın diye Rasulüllah’ın hem ramazandaki hem de ramazandan başka gecelerdeki namazını kapsayacak şekilde cevap vermiştir.(14)

Hz.Aişe’nin bu cevabî cümlelerinde teravih namazını veya kıyam-ı Ramazanı iş’ar eden bir tasrih ve tabir de yoktur. Ayrıca Hz.Aişe’ye bu soru ne zaman sorulmuştur? sorunun sorulduğu günlerde teravih namazı biliniyor muydu? Hz.Ebu Zerr-i ElGıfari diyor ki Rasulüllah’ın ilk olarak ashabıyla kıldığı teravih namazı o yılın ramazanının yirmiüçüncü, yirmidördüncü, yirmibeşinci, gecelerinde idi. Demek ki o güne kadar böyle bir namazı henüz kimse bilmiyordu. Rasulüllah’ın gece namazları hakkında sorulan bir soruya Hz.Aişe’nin cevabı ilk teravih namazından önce miydi, sonramıydı?

Bu sorunun cevabını tam olarak verebilmemiz için, Buhari’nin bu hadisi teravih hakkında açtığı babda zikretmesinden başka elimizde natık bir delil yok gibidir. 
Nasslardaki şumûllülük, konusunda kesin hüküm ifade edemiyeceğine bakılırsa sadr-ı İslâmda teravih namazı sekiz rek’attı. diye kesip atmanın isabetli olmayacağı anlaşılır.

Fakat şu bir gerçektir ki: Hz.Ömer döneminde başlayıp, Hz.Ali ve Hz.Osman dönemlerinden beri İslâm aleminde teravihin yüzyıllarca yirmi rek’at olarak kılanagelmesi onu, böylece bütün İslâm toplumunun üzerinde ittifak ettiği bir üne ve özelliğe kavuşturmuştur ki Rasulüllah, ümmetinin yanlış bir iş üzerinde toplanmıyacağını bildirmiştir.(15)

İmam Ebu Yusuf, üstadı Ebu Hanife’den, teravih namazının hükmünü ve Hz.Ömer tarafından ne gibi bir delile istinad edilerek bu namazın yirmi rek’at olmak ve cemaatle eda edilmek suretiyle ortaya konulduğu sormuştu. İmam A’zam, cevaben demişti ki: Teravih namazı hiç şüphesiz bir sünnet-i müekkededir. Hz.Ömer bu namazın cemaatla yirmi rek’at kılınması ne kendi ictihadıyle ne de sırf kendi düşüncesinden çıkartmıştır. O, Asr-ı Saadette carî olmayan bir din meselesini ihdas edip ortaya koyan bir bid’atçı değildir. Elbette Hz.Ömer bunu kendisine malum olan dinin bir asıl kaynağına ve Rasullüllah’ın bir tavsiyesine dayandırmıştır.(16)

Hakkı batıldan, sünneti bid’atdan ayırmak hususunda müstesna kudreti ve din hususunda üstün deredeki dikkati, isabetli görüş ve ictihadı, müsellem olan Hz.Ömeru’l-Faruk şer’i bir konuda kaynak olmaya değer bir kabiliyettir. Bu bakımdan gerek Hanefi fukahası, gerek Şafii fukahasının büyükbir kısmı teravih namazının yirmi rek’at olarak sünnet kılındığını söylemişlerdir.(17)

Görüldüğü üzere Hz.Ömer, Hz.Ali ve Hz.Osman dönemlerinden başlıyarak günümüze kadar uygulandığı biçimiyle teravih namazı yirmi rek’attır. Bütün fıkıh kaynaklarımızda da teravih yirmi rek’at olarak ele alınmış ve işlenmiştir. Şu anda başta ülkemiz olmak üzere bütün İslâm ülkelerinin camilerinde cemaatla teravih namazı yirmi rek’at olarak kılınmaktadır.

Bu mübarek rahmet ayında büyük bir zevk ve iştiyakla, kadını-erkeği, genci-yaşlısı, hatta çoluk-çocuğu ile tam bir kaynaşma, sevgi, saygı, huzur ve sükun içerisinde dolup taşan mabetlerimizde eda edilen bir ibadetimizin rek’at sayısını tartışma konusu yaparak toplumumuzda dine karşı şüphe uyandırmak ve toplumumuzu sebepsiz yere bir fikir kargaşasına sürüklemek iyi niyetli hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Aksine yokyere toplumumuzda tedirginlik, huzursuzluk ve sitresin artmasına sebep olur ki, bu ibadetlerin ruhuna da aykırıdır.

——————————————————————————– 
(  1) İmam-ı Muhammed’in Ziyâdâtı 
(  2) Muvatta C.1, Sh.113; Buhari, C.1, Sh.251; Müslim C.1 Sh.523 
(  3) Buhari, İman 25,27 C.1, Sh.14 
(  4) Buhari 2/252; müslim 1/524 
(  5) El-Kitabu’l Musannef Li İbn-ı Ebi Şeybe 2/163-164 
(  6) İbn-ü’l-Hümam Fethu’l-Kadir C.1 Sh.334 
(  7) Aynî C.5, Sh.357 Neylü’l-Evtar C.3, Sh.61 
(  8) El-Kitab-ül Masannef 2/163-164 
(  9) Feth-ûl Kadir (İbn-i Hümam) 1/336 
(10) İhtilafü’l-Ulema, C.1, Sh.312 Madde:271 
(11) İbn-i Rüşd, Ö.595 H. Bidayetü’l Müctehid ve Nihayetü’l Muttasıd.Darûl Hılafeti’l-Aliyye 1333H.bkz.Neylü’l-Evtar metni münteka C.3, Sh.60, rakam.5 
(12) Muvatta 1/120 
(13) Muvatta, 1/121, Müslim, 1/508-510 
(14) Bkz.Tecrid Tercemesi, C.4, S.119 
(15) Tirmizi, 4/466 No:2167. Mekasıdü’l-Hasene rakam 1288, Pezdevî 3/439, Keşfü’l-Hafa: rakam 1179. İbn-i Hanbel 6/396 
(16) Bahr-ı Raik, İhtiyar 1/68 
(17) Bkz.Tecrid tercemesi, 4/85-86
Din İşleri Yüksek Kurulu, 07.11.2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç.Dr.Şamil DAĞCI’nın başkanlığında toplandı.
Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan “Kadınların Başı Açık Namaz Kılmaları” konusundaki rapor görüşüldü. Yapılan müzakereler sonunda:

Son zamanlarda, başın abdest organlarından olduğu, bu organların ise örtülmesinin farz olmadığı ileri sürülerek, kadınların baş açık olarak namaz kılabilecekleri iddia edilmektedir.

Namazda örtülmesi gereken yerler dinî kaynaklarda setr-i avret başlığı altında incelenmiştir. Setr-i avret, namazın şartlarından biri olup, namazda avret yerlerinin örtülmesi anlamına gelmektedir. Avret kavramı ise, bir zaruret bulunmaksızın insan vücudunda açılması helal olmayan, namazda ve namaz dışında örtülmesi farz ve başkalarınca bakılması haram olan yerleri ifade etmektedir.

Avret mahallinin kapsamı, erkeğe ve kadına göre farklılık arz eder. Erkeğin avret yeri, Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelîlerin oluşturduğu cumhuru fukahaya göre göbekle diz kapağı arasıdır. Hanefîler diz kapağını da avret mahalline dahil etmişlerdir. Hz. Peygamber bir hadisinde, “Müslüman erkeğin uyluğu avrettir.” buyurmuştur (Ahmed, III/478). Diğer bir hadiste de, erkeğin örtülmesi farz, bakılması haram olan yerlerinin “göbeği ile diz kapağı arası” olduğu belirtilmiştir (Ebû Davûd, “Libas”, 37; Dârekutni, I, 230,231).

Hanefî, Malikî ve Şafiîlerle, Hanbelîlerdeki hakim görüşe göre, kadının el ve yüz dışında kalan bütün bedeni örtmesi gerekir. Hanefî mezhebindeki bir görüşe göre ayaklar da avret kapsamı dışında tutulmuştur. Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde kadının namazda örtmesi gereken yerlere ayak da dahil edilirken Hanefî mezhebinde kadının çıplak ayaklı olarak namaz kılması caiz görülmüştür. Bu görüş ayrılıklarının sebebi “Onlar (kadınlar), kendiliğinden görünenler hariç, zinetlerini göstermesinler” (Nûr, 24/31) ayetindeki “kendiliğinden görünenler hariç” ifadesiyle ilgili farklı yorumlardır.

Bütün mezheplere göre, kadınların namazda başlarını örtmeleri gerekir. Hz. Aişe’nin rivayetine göre Ebû Bekir’in kızı Esma, üzerinde ince bir elbise olduğu halde Rasûlullah’ın huzuruna girmiş, Hz. Peygamber de ondan yüzünü çevirerek, “Ey Esma! Kadın ergenlik çağına ulaşınca, -el ve yüzünü işaret ederek- şurası ve şurası müstesna artık onun –yabancılar tarafındangörülmesi doğru olmaz.” buyurmuştur (Ebû Davûd, “Libas”, 34). Başka bir hadiste de, “Allah ergenlik çağına ulaşan kadının başörtüsüz olarak kıldığı namazını kabul etmez.” buyurmuştur (Hakim en-Neysabûrî, Müstedrek, I, 251; Ebu Dâvûd, Salat, 85, No: 641, I, 422; Tirmizî, Salat, 277, No: 377, II, 215; İbn Mâce, Tahâre, 132, No: 655, I, 214; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,150, 218, 259. İbn Huzeyme, hadisin sahih; Tirmizî, Hasen; Hakem ise Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir).

Bu hadisler buluğ çağına ermiş Müslüman bir hanımın namaz kılarken saçlarını ve diğer avret mahallini örtmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ayrıca hadis kaynaklarında Peygamber eşlerinin evlerinde baş örtüsü ile namaz kıldıklarını (Malik, Salat, 10. No: 35-36), Hz. Peygamber’in başı açık namaz kılan genç kızlara müdahale ettiğini ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler yer almaktadır (Ahmed, VI, 96, 236, 238; Tirmizî, Salat, 84, No: 640, I, 420; Ebu Davud, Salat, 85, No: 642, I, 422).
Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar uygulama böyle olduğu gibi, İslam toplumunun ortak görüşü de bu yöndedir.

Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;

Namazda ve namaz dışında örtülmesi gereken avret mahallinin erkeklerde diz kapağı ile göbek arası, kadınlarda ise, el, yüz ve ayaklar dışındaki bütün beden olduğu ve namaz kılarken, bu uzuvların vücut hatlarını belli etmeyecek ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtülmesi gerektiği anlaşıldığından, kadınların baş açık olarak namaz kılmalarının caiz olmadığına,

Vitir namazı, yatsı namazından sonra kılınan, Hanefîlere göre üç rekâtlı vacip bir namazdır.

Vitir namazının her rekâtında Fâtiha ve ardından bir sûre ya da birkaç âyet okunur.

İkinci rekâtın sonunda oturularak sadece tahiyyât duası okunur.

Üçüncü rekâtta kıraat tamamlandıktan (Fâtiha ve ardından bir sûre ya da birkaç âyet okunduktan) sonra eller kulaklara kadar kaldırılarak tekbir alınır ve kunut duaları okunur.

Vacib olan bu namaz yatsı namazı kılındıktan sonra sabah namazının vakti girinceye kadar herhangi bir zamanda kılınabilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.),

“Vitir namazını yatsı namazı ile tan yerinin ağarması arasında kılın” (Ebû Dâvûd, Vitir, 1; Tirmizî, Salât, 220; İbnü’l-Hümam, Feth, I, 426) buyurmuştur.

Uyanabilecek olan kimsenin vitir namazını gecenin sonunda, yani imsak vaktinden bir müddet önce kılması daha faziletlidir (Müslim, Salâtü’l-müsafirîn 162; Tirmizî, Salât, 222). Ancak uyanamayacağına dair endişe taşıyan kimsenin, vitir namazını uyumadan önce kılması uygun olur. Vaktinde kılınamayan vitir namazının daha sonra kaza edilmesi vaciptir (İbnü’l-Hümâm, Feth, I, 426).

Diğer mezheplere göre ise vitir namazı kılmak sünnettir (İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 591-594).

Vitir namazının dayanağı Hz. Peygamberin (s.a.s.) sözleri ve uygulamalarıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Vitir, her Müslüman üzerine bir vazifedir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 2; Nesâî, Kıyamu’l-leyl, 40) buyurmuş, gecenin son namazının, tek sayılı rekâtlarla (vitr) olmasını tavsiye ve teşvik etmiştir (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 148).

Vitir namazının Hz. Peygamberin (s.a.s.) sünnetiyle sabit olduğu konusunda fıkhî mezhepler arasında ihtilaf olmamasına rağmen; hükmü, rekât sayısı, kılınma şekli ve kunût dualarıyla ilgili bazı görüş ayrılıkları vardır. Bu ayrılıkların temel sebebi, konuyla ilgili rivayetlerin farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.

Hanefî mezhebine göre vitir namazı, Hz. Peygamber sürekli kıldığı ve zannî olmakla birlikte kesin ifadeler taşıyan bir delille emredildiği için “vacip” kabul edilmiştir (Kâsânî, Bedâî’, I, 270; İbn Nüceym, el-Bahr, II, 40). Diğer mezheplere göre ise vitir, “sünnet” namazlardandır (İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 591-595)

İbadetler ‘tevkîfî’, yani Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamberin (s.a.s.) tarif ettiği şekilde eda edilir. Vitir namazında kunûttan önce tekbir esnasında ellerin kaldırılıp bağlanması, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) gelen bazı rivayetlere dayanmaktadır (Ebû Yûsuf, el-Âsâr, s. 21; Zeylaî, Nasbu’r-râye, I, 389-391; Mübârekfûrî, Tuhfe, II, 567).

Bir kimse kunut yapmayı unutur ve rükûdan sonra hatırlarsa, ondan kunut düşmüş olur. Bunun yerine namazın sonunda sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar.

Sözlükte Allah’a ihlasla kulluk etmek, namaz ve duayı uzatmak, sükût etmek, dua etmek, ibadet kastıyla ayakta durmak gibi anlamlara gelen kunût, dinî bir terim olarak, namazda rükûdan önce veya sonra ayakta dua etmeyi ifade eder.
Vitir namazında kunût duasını okumak vaciptir. Bundan dolayı kunût duasının terki veya tehirinden dolayı sehiv secdesi yapmak gerekir (Haddâd, el-Cevhera, I, 92).

Vitir namazını kılmakta olan bir kimse, unutarak ya da yanılarak kunût duasını okumadan rükûya giderse, bu kimse namazına devam eder ve sonunda sehiv secdesi yapar. Ancak bu kişi, rükûdan kalktıktan sonra kunut duasını okursa, sonrasında tekrar rükû yapmadan secdeye gider ve yine namazın sonunda sehiv secdesi yapar (Kâsânî, Bedâî’, I, 274; el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 141).

Hanefîlere göre, vitir namazının üçüncü rekâtında kunût yapmak vaciptir. Kunûtta tekbir alınır ve kunut duaları olarak bilinen “Allahümme innâ neste’înuke” ve “Allahümme iyyâke na’büdü” duaları okunur (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, III, 245; Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, I, 249; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 442).

Bu duaları bilmeyen kimse ezberlemeye gayret eder; ancak ezberleyinceye kadar “Rabbenâ âtinâ” duasını okur veya üç defa “Allahümmeğfir lî” demekle yetinir.

Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, sabah namazının ikinci rekâtında, rükûdan sonra kunût yapılır. Sabah namazında kunût yapmak Şâfiîlere göre sünnet, Mâlikîlere göre ise müstehaptır. Şâfiî veya Mâlikî mezhebine mensup imamın arkasında sabah namazı kılan Hanefî bir kimse, dilerse kunût duasına katılır, dilerse sessizce bekler (Merğînânî, el-Hidâye, II, 32,33).

Ta’dîl-i erkân, namazın rükünlerini düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir. Ta’dîl-i erkâna yakın anlamda kullanılan “tuma’nîne” kelimesi, yapılmakta olan rükne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi ve yapılan işin içe sinmesi hâlini ifade eder ki ta’dîl-i erkâna riayetin sonucudur.

Ta’dîl-i erkân özellikle rükûda, kavmede (rükûdan kalktıktan sonraki duruşta), secdede ve celsede (iki secde arasındaki oturuşta) söz konusu olur.
Hanefî mezhebindeki kuvvetli görüşe göre, sayılan dört yerde ta’dîl-i erkân vaciptir. Diğer bazı mezheplere ve Hanefîlerden de İmam Ebû Yûsuf’a göre ise ta’dîl-i erkân farzdır (Merğînânî, el-Hidâye, I, 204,205; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 157-158; İbn Rüşd, Bidâye, I, 135).

Tek başına namaz kılarken öğle ve ikindi namazları ile gündüz kılınan sünnet namazlarda gizli okumak yani kendisi işitebilecek derecede diliyle telaffuz etmek, namazın vaciplerindendir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 163, 545).

Namazın vaciplerinden herhangi birinin bilerek terk edilmesi durumunda namazın yeniden kılınması; unutularak yapılmaması hâlinde ise sehiv secdesi yapılması gerekir. Dolayısıyla gizli okunması gereken yerde, açıktan okuyan kişi, bunu bilerek yapmışsa namazını yeniden kılmalı; farkında olmadan yapmışsa namazın sonunda sehiv secdesi yapmalıdır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, II, 545).

Şâfiî mezhebinde sabah namazının farzının son rekâtında rükûdan kalktıktan sonra kunût duası okumak kuvvetli sünnetlerdendir. Şâfiî mezhebine mensup olan bir kimse Hanefî bir imama uyduğunda, rükûdan kalktıktan sonra vakit bulursa kunût duasını okur.

Eğer okuyacağı kadar bir vakit bulamazsa kunûtu terk eder ve mezhepteki kuvvetli görüşe göre namazın sonunda imamdan ayrı olarak sehiv secdesi yapar (Nevevî, el-Mecmû’, IV, 290). Bununla birlikte sehiv secdesi yapmasa da namazı sahih olur.

Namazın rükünlerinden biri de secdeye varmaktır. Namazda rükûdan sonra, ayaklar, dizler ve ellerle beraber alnı yere koymaya secde denir. Her rekâtta iki secde etmek farzdır. Secdede alın ve burun birlikte yere konmalıdır (Merğînânî, el-Hidâye, I, 328,329; İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 193-196; Mehmed Zihni,

Ni‘met-i İslam, s. 254-255). Zira Resûlullah (s.a.s.), namazda secdeye vardığında alnını ve burnunu yere koyar, kollarını yanlarına yapıştırmaz, ellerini de omuz hizasına gelecek şekilde koyardı (Tirmizî, Salât, 89). Buna göre özürsüz olarak secdede alnın yere konulup da burnun konulmaması mekruhtur. Bununla birlikte namaz geçerlidir. Alın yere konulmazsa namaz geçersizdir.

İlk oturuş, namazın vaciplerindendir. Vacibin unutulması durumunda son oturuşta sehiv secdesi yapılması gerekir. İlk oturuşun kasten terk edilmesi ise tahrîmen mekruhtur, dolayısıyla namazın iade edilmesi gerekir. (İbn Nüceym, el-Bahr, I, 310; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 157).

Kavme; namazda rükûdan kalkarken, secdeye gitmeden önce iyice doğrulmak ve en az bir kere “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” diyecek kadar ayakta durmak; celse ise, namazda iki secde arası en az bir kere “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” diyecek kadar oturmaktır. Hanefilere göre celse ve kavme, vaciptir. Yanılarak terk edilirse sehiv secdesi yapmak gerekir.

Bilerek terkedilirse tahrimen mekruhtur, namazın iade edilmesi gerekir. İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise celse ve kavme farzdır, bilerek terk edilirse namaz bozulur. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 149, 157; İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 423; Nevevî, Ravda, II, 356-357).

Ebû Hureyre (r.a.) şöyle anlatmaktadır: “Hz. Peygamber bir gün mescide girdi, peşinden de bir adam gelerek namaz kıldı. Sonra gelip Hz. Peygamberi selamladı. O da selamını aldı ve ‘dön ve namazını yeniden kıl’ dedi. Bu durum üç kez tekrar etti, sonuncusunda şöyle buyurdu: ‘Namaz kılacağın zaman tekbir al, sonra Kur’an’dan bildiğin kolay gelen bir yeri oku, sonra rükûya eğil ve uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar rükûda kal.

Daha sonra rükûdan kalk ve iyice doğrul. Sonra secdeye git ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar kal. Daha sonra iyice yerleşinceye kadar otur, sonra tekrar secdeye kapan ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar bekle. Bütün namazlarında böyle yap.” (Buhârî, Ezan, 95)

Ebû Hanîfe’ye göre namaz kılan kişinin, namazın sonunda kendi istek ve iradesiyle yaptığı bir fiil ile namazdan çıkması gerekir. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise teşehhüt miktarı (tahiyyâtı okuyacak kadar) oturmakla namaz, rükünleri itibariyle tamamlanmış olur. Selam vermese veya kendi isteği ile namaza aykırı bir davranışta bulunmasa bile namazı tamam olur. Ancak vacip terk edilmiş olur.

Bu görüş ayrılığının bazı fıkhî sonuçları vardır. Buna göre bir kimse ka’de-i ahîrede (namazdaki son oturuşta) teşehhüt miktarı oturduktan sonra kendi isteği ile namazla bağdaşmayacak bir fiil işlese, mesela kendisine verilen selamı almak, hapşırana “çok yaşa” veya “yerhamükellâh” demek gibi bir şekilde konuşsa ya da kalkıp gitse adı geçen üç imama göre de namazı sahih olur (Merğînânî, el-Hidâye, I, 386; Zeylaî, Tebyîn, I, 125, Bilmen, İlmihal, s. 118).

Fakat teşehhüt miktarı oturduktan sonra, kendi isteği dışında bir sebeple namazı bozulsa Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre bu kişinin namazı tamamdır, Ebû Hanîfe’ye göre ise tamam değildir. Yine son oturuşta, teşehhüt miktarı oturduktan sonra henüz kendi istek ve iradesiyle namazdan çıkmadan namaz vakti çıksa, bu kişinin namazı Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre tamamdır. Ebû Hanîfe’ye göre ise fâsiddir (Kâsânî, Bedâî’, I, 124; İbnü’l-Hümâm, Feth, I, 397).

Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre namazların sonunda önce sağ tarafa, sonra sol tarafa yüz çevirerek selam vermek vaciptir. Bunun bilerek terk edilmesi namazın tekrar kılınmasını gerektirir. Farkında olmadan terk edilmesi hâlinde ise bir şey gerekmez.

Bu selamda “es-selâmü aleyküm ve rahmetullah” cümlesinin “es-selâm” kısmını söylemek vacip, “aleyküm ve rahmetullah” kısmını eklemek ise sünnettir. Bir görüşe göre de, sağa selam verilmesi vacip, sol tarafa selam verilmesi sünnettir. Namazdan çıkılması, bütün imamlara göre yalnız bir selam ile olur, bununla namaz biter (İbnü’l-Hümâm, Feth, I,328; Zeylaî, Tebyîn, I, 125).

Birinci selamı vermeyi farz gören Şâfiîlere göre bunun terk edilmesi namazı da iptal eder (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 273).

Vücuda iğneler batırılıp, açılan deliklere boyalı maddeler konularak yapılan dövme, eski çağlardan beri yapılan bir cahiliye âdeti olup, sağlık açısından zararlı olduğu gibi dinen de yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), dövmeyi yapan ve yaptıranların Allah’ın rahmetinden uzak olacaklarını bildirmiştir (Buhârî, Libâs, 83-87; Müslim Libâs, 120; Tirmizi, Edeb, 33 ).

Dövme yaptırmak dinimizce yasaklanmış olmakla birlikte cilt üzerinde bir tabaka oluşturmayan dövmeler abdest ve gusle engel değildir. Fakat deri üzerine yapılarak suyun temasını engelleyen bir tabaka oluşturan dövmeler abdest ve gusle mani olacağından namaza da engel teşkil eder. Daha önce yapılmış olup deri üzerinde tabaka oluşturmuş ve çıkarılması da mümkün olmayan dövmeler ise artık deri hükmünü almış olur.

Dolayısıyla bu durumda kılınan namaz geçerlidir. Abdest ve gusle engel olmayan türden olan dövmeler, dikkat çekici resim vb. içeriyorsa bunların namaz kılarken kapatılması uygun olur.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Melekler, içerisinde köpek ve resim/heykel bulunan eve girmezler” anlamındaki hadisleri değişik hadis kitaplarında zikredilmektedir (Buhari, Libas, 88; Ebu Davûd, Libas, 47). Fakat hadiste yer alan bu uyarının, daha ziyade tapınmak veya tazim göstermek amacıyla evlerde bulundurulan fotoğraf, resim ve heykeli kapsadığı bazı âlimler tarafından ifade edilmiştir.

Hadisin bu şekildeki yorumundan hareket eden bazı âlimler, tapınma ve tazim amacı güdülmeyen ve umumi adaba aykırı olmayan canlı varlıkların resimlerinin yapımını da caiz görmüşlerdir. Buna göre dinimizin ilke ve amaçlarına ve genel ahlak kurallarına aykırı olmamak kaydıyla söz konusu resimlerin evlerde bulundurulmasında ve bu evlerde namaz kılınmasında bir sakınca yoktur. Ancak bu resimlerin namaz kılanın görüş alanına girecek konumda bulunması mekruh görülmüştür (Fetavay-ı Hindiyye, I, 107).


Çünkü bu durumda namaz kılanın dikkati dağılır ve huşuu kaybolur.
Eğer söz konusu resimler halıda veya sergide yer alıyorsa çok belirgin olmamaları halinde bu halı ve sergiler üzerinde namaz kılınabilir. Eğer belirgin bir halde ise namaz kılarken doğrudan bu resimler üzerine secde edilmesi mekruh görülmüştür (Fetavay-ı Hindiyye, I, 107).

Hz. Peygamber (s.a.s.) altın ve ipeğin, ümmetinin erkeklerine haram, kadınlarına helal kılınmış olduğunu; bildirmiştir. (Müslim, Libas, 2; Tirmizi, Libas, 1; İbn Mace, Libas, 19) Dolayısıyla erkeklerin sadece ipekten mamul elbise vb. giysiler giymesi caiz değildir.
Başka elbisesi olduğu halde bir erkeğin ipek elbise ile namaz kılması mekruh olmakla birlikte kılınan namaz geçerlidir. (İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadir, I, 269, Beyrut, 1424/2003)

Ezan ve kâmet, farz namazların sünnetlerindendir. Farz namazlara çağrı için ezan okumanın dayanağı, Kitap ve Sünnet’tir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Siz namaza çağırdığınız zaman onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar.” (Mâide, 5/58); “Ey îman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman hemen Allah’ın zikrine koşun…” (Cum’a, 62/9) Resûlullah (s.a.s.) da “Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun.” (Buhârî, Ezân 17, 18, 49, Müslim, Mesâcid, 292) buyurmuştur.

Namaz, Mekke döneminde farz kılınmakla birlikte, ezan hicretten sonra uygulamaya konulmuştur. Medine’ye hicretten sonra Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanıp düzenli olarak cemaatle namaz kılınmaya başlanınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) vakitlerin girdiğini duyurmak için ne yapılabileceğini arkadaşlarıyla görüşmüş, o esnada Hz. Peygambere vahiyle ve içlerinde Hz. Ömer ve Abdullah b. Zeyd’in de bulunduğu bazı sahâbîlere rüyalarında bugünkü ezanın şekli öğretilmiştir (Abdürrezzâk, el-Musannef, I, 456; Ebû Dâvûd, Merâsîl, s. 81; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 48).

Ezan, İslamın şiârı (sembolü) olup, müekked bir sünnettir. Ezan aracılığıyla halka hem namaz vaktinin girdiği ilan edilmekte, hem de Allah’ın eşsiz büyüklüğü, Hz. Peygamberin (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisi olduğu ve namazın kurtuluş yolu olduğu ilan edilmektedir. İmam Muhammed, “Bir belde halkı tümüyle ezanı terk ederlerse onlarla savaşırım.” (Kâsânî, Bedâî’, I, 146) demiştir.

Kâmet ise, farz namazlardan önce, namazın başladığını bildiren ve ezan lafızlarına benzeyen sözlerdir. Ezandan farklı olarak, “hayye ale’l-felâh” cümlesinden sonra, “kad kâmeti’s-salât” cümlesi eklenir. Rivayetlere göre kâmet de yukarıda ismi geçen sahabîlere aynı rüyada öğretilmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 28).

Sözleri bizzat Hz. Peygamberin (s.a.s.) sünneti ile sabit olan ezan, dünyanın neresinde olursa olsun, Müslüman varlığının ve kimliğinin bir göstergesidir. Ezanın, Hz. Peygambere (s.a.s.) vahyedilip uygulandığı özgün şekliyle okunması gerektiği konusunda 15 asırlık bir gelenek ve ittifak söz konusudur.

Ezanın asıl amacı, vaktin girdiğini bildirip namaza davet olduğundan değişik dilleri konuşan Müslümanların hepsine bu davetin ulaştırılması, ancak yine hepsinin ortak bilincine hitap etmekle olur ki, bu da ezanın bilinen asli lafızlarıyla yani Arapça olarak okunmasıyla gerçekleşir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 185). Dolayısıyla ezanın aslî şekli dışında bir dille okunması caiz değildir.

Bilindiği gibi “ezan” farz namazlar için okunan özel sözlerdir. Ezan aracılığıyla halka hem namaz vaktinin geldiği ve cemaatle namaz kılınacağı duyurulmuş olmakta, hem de Allah’ın eşsiz büyüklüğü, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliği ve namazın kurtuluş vesilesi olduğu ilan edilmektedir. Ezan, namaz vakitlerini ilan olduğuna göre, muayyen kalıplarını muhafaza ve ifade etmek suretiyle bu ilanın, hoparlörle veya hoparlörsüz yapılması arasında dinî açıdan bir fark yoktur.

Bununla birlikte teyp kasetinden veya CD’den ezan okunması İslam’ın şiarlarından olan ezanı basite almak, ona gereken saygıyı göstermemek anlamına gelir. Ayrıca kayıttan okutulması, Hz. Peygamberden günümüze kadar gelen teamüle uygun değildir. Onun için ezanın CD veya teypten verilmesinin sakıncasız olduğu söylenemez. Fakihlerin, Kur’an’ın aks-i sadasının Kur’an hükmünde sayılmayacağı yönündeki yaklaşımları da bu hükmü desteklemektedir (Meydânî, el-Lübâb, I, 60).

Kâmet, farz namazların sünnetlerindendir (Müslim, Salât, 5; Tirmizî, Salât, 28). Dolayısıyla terk edilmesi mekruhtur. Zira kâmet, namaza başlamak için bir hazırlık mesabesindedir. Namaza başlanacağını bildiren bir uygulamadır. Bunu görevli bir kimsenin, cemaatten birinin veya imamın yapması hususunda sınırlama yoktur. Dolayısıyla namaz kıldıran bir imamın aynı zamanda kamet getirmesinde bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 63-64).

Kâmet getirecek kişinin hadesten temizlenmiş, âkil ve erkek olması gerekir. Buna göre abdestli olmayan veya cünüp olanın, delinin yahut sarhoşun ve kadının kâmeti mekruh görülmüştür. Kâmet getirenin salih bir kimse olması ise müstehaptır (İbn Nüceym, el-Bahr, I, 267; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, I, 208-209).

Kâmet getirecek kişinin en az mümeyyiz (iyiyi kötüden ayırabilir durumda) olması gerekir. Temyiz kabiliyeti ise ortalama 7 yaşında başlar, büluğa kadar devam eder. Mümeyyiz olmayan küçüğün ezan ve kâmeti geçerli olmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 59). Mümeyyiz çocukların okudukları ezan ve getirdikleri kâmet geçerlidir (Serahsî, el-Mebsût, I, 138). Bununla birlikte kâmeti, büluğa ermiş bir kimsenin getirmesi daha faziletli görülmüştür (el-Fetâvâ’l-Hindiyye, I, 60).

 
 

Cemaatle kılınan namazda, cemaatin namaz için ayağa ne zaman kalkacağı hususu, namazın özüyle değil, âdâp ve müstehaplarıyla ilgilidir.
İmam-ı A’zam’a göre cemaatle namaz kılmak üzere “Kad kâmeti’s-salât” yani “namaz başladı” denildiği anda imamın namaza başlaması, namazın âdâbındandır. İmam, bu hareketi ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Bu içtihada göre imamın ve cemaatin bu cümlenin söylenmesinden önce saf düzenini almaları gerekecektir (el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 64).

Fakat namaza kâmet bittikten sonra başlanılmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebû Yûsuf ve diğer pek çok müctehide göre, uygun olan budur (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, I, 211; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 177; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslam, s. 304).

Hanefî mezhebindeki başka bir görüşe göre ise, müezzin “haydi kurtuluşa” anlamına gelen “hayye ale’l-felâh” cümlesini söylediğinde imam ve cemaat ayağa kalkar (İbn Nüceym, el-Bahr, I, 270), imam namaza başlar, cemaat da ona uyar.

Şâfiî mezhebine göre ise kâmet bittikten sonra namaz için ayağa kalkmak müstehaptır (Nevevî, el-Mecmû’, III, 252-253). İmam ayağa kalkmadan yahut henüz gelmeden cemaat namaz için ayağa kalkmamalıdır.

Kâmet yapılırken ne zaman kalkılacağı konusu, ibadetin özüyle değil âdâbıyla ilgili olduğundan, caminin büyüklüğüne, saf düzenini almaya ve namaza imamla birlikte başlamaya göre düşünülmelidir. Normal büyüklükteki cami veya mescidlerde imamın mihraba doğru yürüdüğü görülünce kalkılması daha uygundur. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Namaz için kâmet getirildiğinde beni görmeden ayağa kalkmayın” (Buhârî, Ezan, 22) buyurmuştur. Buna göre kişi, imamdan çok geri kalmayacak ölçüde ve imam ile birlikte namaza başlayacak şekilde hazır olabileceği kadar bir süre önce yerinden kalkmalıdır (Bkz. Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, I, 560).

Namazların farz, vacip ve sünnetlerinin yanı sıra âdâbı da vardır. İmam-ı A’zam’a göre cemaatle namaz kılmak üzere “Kad kâmeti’s-salât” yani “namaz başladı” denildiği anda imamın namaza başlaması, namazın âdâbındandır. İmam, bu hareketi ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Fakat namaza kâmet bittikten sonra başlanılmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebû Yusuf ile diğer üç mezhep imamına göre, uygun olan budur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 177; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslam, s.304).

Kâmet, farz namazlara başlarken söylenen ve Hz. Peygamberin (s.a.s.) uygulamasına dayanan bir sünnettir. Onun için gereken saygı ve ağırbaşlılık ihmal edilmemelidir. Bu nedenle kâmet yapan kimsenin bu esnada yürümesi, mekrûh kabul edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 55).

Kâmetten sonra ezan duası okuma konusunda Hz. Peygamberden (s.a.s.) herhangi bir bilgi ulaşmış değildir. Bu sebeple kâmetten sonra böyle bir dua ile meşgul olmak uygun görülmemiştir (Tahtâvî, Hâşiye, s. 190). Ancak kâmet sözleri de namaza başlayana kadar ezan gibi tekrar edilebilir veya kâmet esnasında imam namaza başlamadan başka dualar yapılabilir (İbn Nüceym, el-Bahr, I, 273; el-Fetâva’l-Hindiyye, 64).

Düzenli olarak cemaatle beş vakit namaz kılınan camilere o vaktin farz namazını kılmak üzere giren kimselerin, cemaatle veya yalnız başına namaz kılacak olmaları hâlinde tekrar ezan okuyup kâmet getirmelerine gerek yoktur. Düzenli olarak beş vakit namazın kılınmadığı cami ve mescitlerde ise ezan okuyarak ve kâmet getirerek namaz kılmak daha faziletli olup (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, s. 71) sadece kâmetle de yetinilebilir.

Hanefîlerin bu yaklaşımına karşılık diğer birçok mezhep, her iki ihtimalde de kâmet getirmenin mendup olduğunu söylemiştir.

Kâmet cümlelerinin kaçar sefer okunacağı konusundaki uygulama farkları, bu konuda Hz. Peygamberden (s.a.s.) farklı rivayetlerin gelmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Hanefî mezhebinin yanında Süfyân-ı Sevrî ve İbnü’l-Mübârek gibi diğer bazı âlimler dört sefer okunan baştaki tekbir cümleleri dışındaki ezan ve kamet cümlelerinin ikişer sefer okunacağını söylemişlerdir. Delil olarak sahâbîlerden Abdullah b. Zeyd’in ezan ve kâmete dair gördüğü ve Hz. Peygamberin (s.a.s.) de tasdik ettiği rüya rivayetini gösterirler. Bu rüya ile ilgili rivayetlerde kâmet ve ezanın başındaki tekbir dört defa, diğer cümleler ise çift olarak zikredilmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 28).

Yine şu rivayeti de delil olarak zikrederler: “Resûlullah’ın (s.a.s.) ezanında ve kâmetinde cümleler çift çift idi.” (Tirmizî, Salât, 30; Şeybânî, Âsâr, I, 134; Serahsî, el-Mebsut, I, 128; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 55).

Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ezan okunurken, yukarıdaki görüşte olduğu gibi ilk tekbirler dört, diğer cümleler ikişer kere söylenir. Kâmete gelince; bu mezheplere göre baştaki tekbir ile “kad kâmeti’s-salât” cümlesi ikişer sefer, diğer cümleler birer sefer söylenir. Mâlikî mezhebine göre ise, kâmette sadece tekbirler ikişer sefer, diğer cümleler birer sefer söylenir (Nevevî, el-Mecmû’, III, 91-93). Bu görüşte olanlar şu rivayeti delil almışlardır: “Resûlullah (s.a.s.), Hz. Bilâl’e cümleleri ikişer kere söyleyerek ezan, birer kere söyleyerek de kâmet okumasını emretti.” (Buhârî, Ezan, 2,3).

Ezan ve kâmet vaktin değil, namazın sünneti olduğu için kaza namazı kılarken de ezan ve kâmet sünnettir. Ezan ve kâmet terk edilerek kılınan namaz geçerli olmakla birlikte, uygun değildir.

Aynı ortamda birden fazla kaza namazı kılınacaksa, her bir namaz için ayrı ezan okunup kâmet getirilmesi daha faziletli olmakla birlikte, başta bir kere ezan okunup, her bir kaza namazı için ayrı kâmet getirilmesi de yeterlidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 57-58).

Namazlardan sonra yapılan tesbîhat ve dualar, namaza dâhil olmasa da makbul ibadetler arasında yer aldığından müstehaptır. Tesbîhat konusunda müslümanlara özel tavsiyelerde bulunan Hz. Peygamberin (s.a.s.) bizzat kendisi de, namazlardan sonra üç kere Allah’a istiğfar eder ve şöyle buyururdu:

اللَّهُمَّ أَنْتَ السَّلاَمُ وَمِنْكَ السَّلاَمُ تَبَارَكْتَ يا ذَا الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ
(Allah’ım, selam sensin; selamet de ancak sendendir. Mübareksin. Ey Celal ve İkram sahibi!) (Müslim, Mesâcid, 135)
Namazlardan sonra otuz üçer kere “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahu ekber” diyerek Allah’ı anmak da sahih hadislerle tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde, “Kim, her namazdan sonra otuz üç defa sübhânallah, otuz üç defa elhamdülillâh, otuz üç defa da Allahü ekber der, sonra da yüze tamamlamak için;


لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
(Allah’tan başka ilâh yoktur; yalnız Allah vardır. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O’nun gücü her şeye yeter) derse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affedilir.” (Müslim, Mesâcid, 146) buyurmuştur. Bir başka hadiste de namazlardan sonra otuz üç kez bu tesbîhatı yapanın derecesine kimsenin ulaşamayacağı belirtilmiştir (Ebû Dâvûd, Vitir, 24).

Tesbîhat, münferit olarak yapılabileceği gibi, cemaat hâlinde de yapılabilir. Namazdan bağımsız ve müstehap bir ibadet olduğu için tesbîhatın terk edilmesi namaz için bir eksiklik sayılmaz. Bu bakımdan namaz kılındıktan sonra tesbîhat yapmadan camiden çıkmanın caiz olmadığı söylenemez. Fakat Yüce Allah’ı anmak ve sevap kazanmak için bunun büyük bir fırsat olduğu da unutulmamalıdır.

Hz. Peygamberin (s.a.s.) döneminde müezzinlikleri ile meşhur olmuş sahabîler vardı. Bilâl-i Habeşî, Abdullah b. Ümmi Mektûm, Sa’d el-Karazî ve Ebû Mahzura (Semure b. Mi’yer) bunlardandır (İbn Mâce, Ezan, 1-3, 6; Nesâî, Ezan, 9-10). Bu müezzinler namaz vaktinin girdiğini duyurmak için ezan okur, farz namazların öncesinde de kâmet getirirlerdi.

Asr-ı saâdetteki uygulamada müezzinlerin namaz sonrasındaki tesbîhatı yönettiklerine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Fakat zaman içinde ülkemiz de dahil olmak üzere bazı bölgelerde bu uygulamanın yerleştiği görülmüştür. Bilmeyenlere rehberlik etmek veya tesbîhatın ihmal edilmemesini sağlayıp topluca Yüce Allah’ı anıp dua etmekte dinen bir sakınca bulunmadığı için günümüzdeki müezzinlik uygulamasının bid’at olduğu söylenemez.

Namazların peşinde istiğfarda bulunmak sünnettir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) selam verip namazdan çıkınca üç kere “estağfirullah, estağfirullah el-azîm ve etûbu ileyh” veya benzeri sözle istiğfarda bulunup “Allahümme ente’s-selâm ve minke’s-selâm…” derdi (Müslim, Mesâcid, 135; Tirmizî, Salât, 112).
Getirilen istiğfarla namazdaki eksiklikler için Allah’tan bağışlanma dilenmiş olur. Bu itibarla, kılınan namazın akabinde imam ve cemaatin münferiden “estağfirullah…” demesi sünnete uygun bir davranıştır.

Namazlardan sonra, ciddi bir mazeret bulunmadığı durumlarda, yerinden hemen ayrılmayıp bir süre daha zikir ve tesbîhata devam etmek sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.s.), namazların ardından bunun yapılmasını teşvik etmiş, bir kişi namaz kıldığı yerden ayrılmadıkça meleklerin ona dua etmeye devam edeceğini haber vermiştir (Buhârî, Salât, 87; Müslim, Mesâcid, 272). Diğer taraftan

Hz. Peygamber (s.a.s.) sabah namazından sonra Haşr sûresinin son üç âyetinin, geceleri de Bakara sûresinin son iki âyetinin okunmasını tavsiye etmiştir (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 10; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’an, 22).

Sabah namazı dışında Hz. Peygamberin (s.a.s.) namazlardan sonra okunmasını tavsiye ettiği özel bir aşır ya da sûre yoktur. Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim’de, “Namazı kılıp bitirince de, ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken de (daima) Allah’ı anın.” (Nisâ, 4/103) buyrulması, hem bu konuda bir genişliğin bulunduğunu hem de zikir ve tesbîhatın yalnız namazla sınırlı olmadığını ifade etmektedir.

Namaz dışındaki kıraat, zikir ve tesbîhatta asıl olan, bunları herkesin kendi başına yapmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) dönemindeki uygulama bu yöndedir. Ancak daha sonraları tesbîhatın müezzinin rehberliğinde topluca yapılması ve ‘aşır’ okunması bazı ülkelerde yaygınlaşmış, günümüze kadar da uygulama bu şekilde gelmiştir.

Buna göre, ikindi namazından sonra aşır okunması konusunda herhangi bir rivayet bulunmamakla birlikte yukarıdaki âyet ve hadisler ışığında, din tarafından vacip kılınmış olduğu inancına kapılmamak kaydıyla Kur’an okunmasında bir sakınca bulunmadığı söylenebilir.

Namazlardan sonra ‘Ayetü’l-kürsî’yi okumak menduptur. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), ‘Ayetü’l-kürsî’yi özellikle yatmadan önce ve namazlardan sonra okumuş ve müslümanlara okumalarını öğütlemiştir (Buhârî, Vekâlet, 10; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’an, 2; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VIII, 134; Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân, IV, 51).

Bazı özel günlerde ezandan önce veya kılınacak cenaze namazını haber vermek amacıyla camilerde; “es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya resûlallah, es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya habîballah, es-salâtu vesselâmu aleyke ya seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn, ve selâmun ale’l-murselîn, ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn” şeklinde okunan salâ (salavat) şu anlama gelmektedir:

“Salât ve selâm (Allah’ın rahmet ve esenliği) sana olsun ey Allah’ın elçisi, sevgili kulu, geçmiş gelecek bütün insanların hayırlısı! Salât ve selam bütün peygamberlere olsun. Hamd (övgü ve şükür) de âlemlerin rabbi Allah’adır.”

Salâ, Hz. Peygambere (s.a.s.) selam ve övgüdür. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde Hz. Peygambere (s.a.s.) çeşitli durumlarda salât-ü selam getirilmesi tavsiye edilmiş (Ahzâb, 33/56; Tirmizî, Deavât, 66; Ebû Dâvûd, Vitr, 23) ise de ne asr-ı saâdette ne de ilk dönemlerde câmilerde salâ okunmuştur. Bununla birlikte Kitap ve Sünnet’te Hz. Peygamber ve diğer peygamberlere salât getirilmesi örneklerine binaen örfümüzde değişik kalıplarda pek çok salâ metni var olagelmiştir.

Sonuç itibarıyla dinî açıdan özel önemi olan gün ve geceleri hatırlatmak, meydana gelen bir vefatı ve kılınacak cenaze namazını haber vermek amacıyla salâ okunması, kültürel bir değer olarak kabul edilebilir ve bu yönüyle de dinî açıdan herhangi bir sakınca taşımadığı söylenebilir.

Ezan okumaktan maksat, namaz vaktinin girdiğini duyurmak ve müslümanları cemaate davet etmektir. Bu vesileyle ezanın bilinen sözlerini muhafaza etmek kaydıyla bu ilan ve davetin, hoparlörle veya hoparlörsüz yapılması arasında dini açıdan herhangi bir fark bulunmamaktadır.

Zira hoparlör, sesin kuvvetini artırıcı bir cihaz olup çıkan ses, mikrofon başında okuyan kişinin kendi sesidir. Bu itibarla, daha uzaklardan duyulması için ezanın hoparlörle okunmasında dinen bir sakınca yoktur.

Nitekim tarihi süreç içinde ezanın duyulabilmesini sağlamak için Müslümanlar, çeşitli arayışlar içine girmişler ve Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde olmadığı halde minareler inşa etmişlerdir.

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) çorapsız olarak da namaz kıldırdığı bilinmektedir (Ebu Davud, Salat, 91). Bu sebeple çorapsız olarak namaz kılmakta veya kıldırmakta bir beis yoktur.

Ancak mescitlere çorapsız girmek sağlık ve temizlik bakımından problem teşkil ediyorsa veya örfte hoş karşılanmıyorsa bundan kaçınmak uygun olur. İmamlar da bu hassasiyete uygun hareket etmelidirler. Ayrıca çorapların temiz olmasına özen gösterilmelidir.

Din İşleri Yüksek Kurulu, 17.05.2001 tarihinde Kurul Başkanı Doç.Dr.Şamil DAĞCI’nın başkanlığında toplandı.

İlgi onay ekinde incelenmek üzere Kurulumuza gönderilen, Din Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’nın hazırlamış olduğu “Sala Verilmesi” konusundaki taslak metin incelendi.

Yapılan inceleme sonunda söz konusu metnin, aşağıdaki şekilde düzenlenmesine karar verildi.
Dinimize göre, cenaze namazının kılınması için belirli bir vakit yoktur. Kerahet vakitleri dışında, günün her saatinde cenaze namazı kılınabilir. Bunun için, hazırlanmış olan bir cenazenin bekletilmeden namazı kılınıp defnedilmesi daha uygundur.

Bununla beraber, cenaze namazına daha çok cemaatin katılması, ölen kişinin akraba, eş, dost ve komşuları gibi hukuku bulunan insanlara ölüm haberini duyurup son görevlerini yapmaküzere cenaze merasiminde bulunabilmelerinin sağlanması amacıyla vakit namazlarından sonra cenaze namazının kılınması teâmül haline gelmiştir.

Belirtilen amacın gerçekleşmesi için, ölen kişinin ikamet ettiği mahalle camiinin minaresinden cenaze salası okunması da bu teâmülün bir devamıdır.
Ölüm haberinin çeşitli yollarla duyurulması sünnettir. Bu bakımdan, minareden cenaze salası okunması ve arkasından da ölen kişinin adının ve memleketinin söylenmesinde dinen birsakınca bulunmadığına, ancak, ölen kişi için övücü sözler söylenmesinin uygun olmadığına
karar verildi.

İslam dini birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın bir arada eda edilmesi (Bakara, 2/43), haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının topluca kılınması, müminlerin birbirlerinden haberdar olmalarına, görüşüp kaynaşmalarına, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir işlev üstlenmektedir. Bu bakımdan cemaatle namaz, istenen birlik ruhunu sağlamlaştırıcı ve devam ettirici bir rol üstlenmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), farz kılınışından itibaren hayatının son zamanlarına kadar beş vakit namazı sürekli kendisi cemaate imam olarak kıldırmış, müslümanları da namazları cemaatle kılmaya teşvik etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 49).

Cemaatin önemini gösteren çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a.s.), “Üç kişi bir köyde veya kırda bulunur ve namazlarını cemaatle kılmazlarsa, şeytan onlara hâkim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47) buyurmaktadır.

Bir diğer hadiste ise “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra da bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm.” (Buhârî, Ezân, 29, 34; Müslim, Mesâcid, 251-254) diyerek cemaati terk edenlere ciddi bir uyarıda bulunmuştur.

Ayrıca özendirmek için cemaatle kılınan namazın sevabının, tek başına kılınandan 27 derece daha fazla olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Ezân, 30; Müslim, Mesâcid, 249).

Cemaatle namaz kılmanın önemini belirten bu ve benzeri hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîlere göre ise, cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten erkekler için müekked sünnettir (Mergınanî, el-Hidâye, I, 362; Kâsânî, Bedâî’, I, 155; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, I, 368-369).

Bu itibarla cemaate gitmeye engel bir durum olmadıkça namazlar cemaatle kılınmaya çalışılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) camiye giderken atılan her adımdan dolayı kişinin bir derece yükseltilip, bir günahının silineceğini haber vermiştir (Buhârî, Ezân, 30; Ebû Dâvûd, Salât, 49).

Hanefîlere göre kadınların imama uymalarının geçerli olması için, imamın, kadınlara namaz kıldırmaya niyet etmesi gerekir (Kâsânî, Bedâî’, I, 128; İbnü’l-Hümâm, Feth, I, 372). Bununla birlikte imamın imamet için yaptığı genel niyet, kadınları da kapsar. Fakat imamete niyet etmeyip kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyamaz.

Şâfiî mezhebine göre ise imamın, gerek erkeklere gerekse de kadınlara imamlık yapmaya niyet etmesi şart olmayıp müstehaptır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 383). Bundan dolayı kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyabilir.

Niyet, namazın şartlarından biridir. Kişi, farz, vacip veya nafile namazlardan hangisini ve hangi vaktin namazını kılacağını, tek başına mı yoksa imama uyarak mı ifa edeceğini niyetinde belirlemesi gerekir. Önemli olan bunların kalben bilinmesidir; dil ile söylenmesi ise bu konudaki iradesinin pekiştirilmesi açısından güzel görülmüştür (Merğînânî, el-Hidâye, I, 297, 298).

Buna göre, namazını imama uyarak kılacak kişinin, buna kalben niyet etmesi gerekir; aksi takdirde imama uymaya niyet etmeden kılacağı namaz geçersiz olur. Ayrıca, diliyle “uydum hazır olan imama” demesi de uygun olur.

Cuma namazını kılmakla yükümlü olan erkeklerin, Cuma namazını camide cemaatle kılmaları farz; beş vakit namazın farzlarını cemaatle camide kılmaları ise Hanefîlere ve Mâlikîlere göre müekked/kuvvetli sünnettir. Cemaatle namaz kılmanın önemini belirten hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler beş vakit namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir (Mergınanî, el-Hidâye, I, 362; Kâsânî, Bedâî’, I, 155; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, I, 368-369).

Ramazan ve Kurban Bayramı namazları da vacip namazlardan olup cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 283). Sünnet namazlardan teravih namazı cemaatle kılınabilir. Teravih cemaatle kılındığında vitir namazı da cemaatle kılınabilir. Ramazan ayının dışında vitir namazını cemaatle kılmak mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 239).

Nafile namazlardan küsûf (güneş tutulması) ve İmameyn’e göre istiskâ namazı da (Yağmur duası ve namazı için ) cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 241-242, 245). Bunların dışındaki tüm sünnet ve nafile namazları herkesin tek başına kılması uygun, cemaatle kılınması ise mekruh görülmüştür (Serahsî, el-Mebsût, II, 144).

Nafile namazlardan olan tesbih namazının (Ebû Dâvûd, Tatavvu, 14) cemaatle kılınabileceğine dair kaynaklarımızda bir bilgi bulunmadığından bu namazın da tek başına kılınması daha uygundur.

İmam, kılınan namazın türü itibariyle, kendisine uyan kişiden aşağı durumda olmamalıdır. Ancak cemaat imamdan daha aşağı durumda olabilir. Buna göre; nafile namaz kılan kimse farz namaz kılana imam olamaz; fakat farz namaz kılan nafile namaz kılana imam olabilir (Merğînânî, el-Hidâye, I, 377; İbnü’l-Hümâm, Feth I, 381; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 339; Desûkî, Hâşiye, I, 340; Buhûtî, er-Ravd, s. 134).

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Farz namaz, bir günde iki kere kılınamaz.” (Dârekutnî, es-Sünen, II, 285; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, III, 206) Bir vaktin namazı iki kere kılınamayacağına göre, ikinci kere kılınan namaz nafile olacaktır. Bu durumda imam cemaatten daha alt konumda olacağından o kişinin imamlığı geçerli olmaz.

Şâfiî mezhebine ve Hanbelîlerde tercih edilen görüşe göre farz namaz kılacak olan kişi, nâfile namaz kılana uyabilir. Bu içtihatlara göre bir vaktin farz namazını kılmış olan kimse aynı vakit için başkalarına imam olabilir. Kendi kıldığı nafile, cemaatin namazı da farz olarak geçerli olur (Mâverdî, el-Hâvî, II, 316; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 67-68).

Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre bir kadının, kadınlara namaz kıldırmasında hiçbir sakınca yoktur. Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamberin (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırmasına izin vermesini (Ebû Dâvûd, Salât, 62; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VL, 255; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 597) delil gösterirler. Hanefî mezhebine göre kadının, kadınlara namaz kıldırması caiz olmakla birlikte, mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 207); Mâlikîlere göre ise caiz değildir (İbn Rüşd, Bidâye, I, 145; İbn Cüzey, el-Kavânîn, 156).

Kadının kadınlara namaz kıldırması hâlinde, cemaatten öne geçmeyip, diğer kadınların hizasında/arasında durması gerekir (Abdürrezzâk, el-Musannef, III, 140-141; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 37-38; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 305-306).

Kadının erkeklere namaz kıldırması, bütün mezheplere göre caiz değildir (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 32-33; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 306, 321; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, I, 372). Hz. Peygamberin (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırabileceği yönünde verdiği izin (Ebû Dâvûd, Salât, 62; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 597),

sadece ona özel bir uygulama olarak değerlendirilmiştir. Diğer bazı yorumlara göre ise Hz. Peygamberin (s.a.s.) bu izni, o evdeki veya mahalledeki kadınlara namaz kıldırabileceğini ifade etmektedir.

Hz. Peygamberin (s.a.s.) “Dikkat edin! Hiçbir kadın erkeğe imam olmasın.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât, 78; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 128)

şeklindeki buyruğu da bunu göstermektedir.

Nitekim Asr-ı saadet de dâhil olmak üzere tarihî süreç içinde bunun bir başka örneği de görülmemiştir. Bunu caiz görmek, dinde olmayan bir şeyi dine sokmaktır ki buna bid’at denilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bid’atın dalalet olduğunu haber vermiştir (Müslim, Cumua, 867; Ebû Dâvûd, Sünen, 6).

Namaz kıldıracak kişinin, imamet ehliyetine sahip (dini bilgisi yeterli, Kur’an’ı güzel okuyan, akıl sağlığı yerinde, ergen birisi) olması gerekir. Haramı helal, helali haram saymadıkça büyük günah işlemiş de olsa müslüman bir kişi, namaz kıldırabilir; arkasında kılınan namaz da sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İyi ve kötü (müttakî ve günahkâr) her müslümanın arkasında namaz kılınız.” (Ebû Dâvûd, Salât, 64, Cihâd, 35; Dârekutnî, es-Sünen, II, 404; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 29) buyurmuşlardır.

Hadiste bir ilke ortaya konulmaktadır; o da, mümin olan ve namaz kıldırabilecek asgari bilgiye sahip olan bir kimsenin namaz kıldırabileceğidir (Serahsî, Şerhu siyeri’l-kebîr, I, 110-111; İbn Nüceym, el-Bahr, I, 370). Ancak imamın günah işlemekten sakınan, cemaat tarafından sevilen, güzel ahlaklı bir kimse olması tercih edilir.

Bu vasıflara sahip birisi varken, fâsık yani açıkça büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişinin imam olması Hanefi, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre mekruhtur (İbnü’l-Hümâm, Feth, I,360; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 298-299; Haraşî, Şerhu Muhtasar, II, 23). Hanbelî mezhebine göre ise fâsık olan kimsenin fâsık olmayan kimselere imameti caiz değildir. Ancak namaz kıldıracak başka kimsenin bulunmaması hâlinde, cemaatle kılınan cuma ve bayram namazları için zarureten caizdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 17-23; İbn Kudâme, el-Kâfî, I, 293-294).

Namazı geçerli olacak kadar Kur’an okuyamayan okuyabilene imamlık yapamaz. Çünkü imamın durumu, kendisine uyan kimselerin durumundan daha aşağı olmamalıdır (İbnü’l- Hümâm, Feth, I, 376; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 11 vd.).

İmamın özürden uzak ve salim/düzgün bir kıraate sahip olması gereklidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 284, 294-295). Dilinde kekemelik olan kişi Kur’an-ı Kerim’i doğru olarak okuyabiliyorsa başkalarına imam olabilir. Ancak doğru ve düzgün bir şekilde okuyamıyorsa, kendisi gibi kekeme olanlara imamlık yapabilirse de, kıraati düzgün olanlara imam olamaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 327, 328; bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 29).

İslam dini birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın bir arada eda edilmesi (Bakara, 2/43), haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının topluca kılınması, müminlerin birbirlerinden haberdar olmalarına, görüşüp kaynaşmalarına, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir işlev üstlenmektedir. Bu bakımdan cemaatle namaz, istenen birlik ruhunu sağlamlaştırıcı ve devam ettirici bir rol üstlenmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), farz kılınışından itibaren hayatının son zamanlarına kadar beş vakit namazı sürekli kendisi cemaate imam olarak kıldırmış, müslümanları da namazları cemaatle kılmaya teşvik etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 49).

Cemaatin önemini gösteren çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a.s.), “Üç kişi bir köyde veya kırda bulunur ve namazlarını cemaatle kılmazlarsa, şeytan onlara hâkim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47) buyurmaktadır.

Bir diğer hadiste ise “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra da bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm.” (Buhârî, Ezân, 29, 34; Müslim, Mesâcid, 251-254) diyerek cemaati terk edenlere ciddi bir uyarıda bulunmuştur.

Ayrıca özendirmek için cemaatle kılınan namazın sevabının, tek başına kılınandan 27 derece daha fazla olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Ezân, 30; Müslim, Mesâcid, 249).

Cemaatle namaz kılmanın önemini belirten bu ve benzeri hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîlere göre ise, cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten erkekler için müekked sünnettir (Mergınanî, el-Hidâye, I, 362; Kâsânî, Bedâî’, I, 155; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, I, 368-369).

Bu itibarla cemaate gitmeye engel bir durum olmadıkça namazlar cemaatle kılınmaya çalışılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) camiye giderken atılan her adımdan dolayı kişinin bir derece yükseltilip, bir günahının silineceğini haber vermiştir (Buhârî, Ezân, 30; Ebû Dâvûd, Salât, 49).

Hanefîlere göre kadınların imama uymalarının geçerli olması için, imamın, kadınlara namaz kıldırmaya niyet etmesi gerekir (Kâsânî, Bedâî’, I, 128; İbnü’l-Hümâm, Feth, I, 372). Bununla birlikte imamın imamet için yaptığı genel niyet, kadınları da kapsar. Fakat imamete niyet etmeyip kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyamaz.

Şâfiî mezhebine göre ise imamın, gerek erkeklere gerekse de kadınlara imamlık yapmaya niyet etmesi şart olmayıp müstehaptır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 383). Bundan dolayı kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyabilir.

Niyet, namazın şartlarından biridir. Kişi, farz, vacip veya nafile namazlardan hangisini ve hangi vaktin namazını kılacağını, tek başına mı yoksa imama uyarak mı ifa edeceğini niyetinde belirlemesi gerekir. Önemli olan bunların kalben bilinmesidir; dil ile söylenmesi ise bu konudaki iradesinin pekiştirilmesi açısından güzel görülmüştür (Merğînânî, el-Hidâye, I, 297, 298).

Buna göre, namazını imama uyarak kılacak kişinin, buna kalben niyet etmesi gerekir; aksi takdirde imama uymaya niyet etmeden kılacağı namaz geçersiz olur. Ayrıca, diliyle “uydum hazır olan imama” demesi de uygun olur.

Cuma namazını kılmakla yükümlü olan erkeklerin, Cuma namazını camide cemaatle kılmaları farz; beş vakit namazın farzlarını cemaatle camide kılmaları ise Hanefîlere ve Mâlikîlere göre müekked/kuvvetli sünnettir. Cemaatle namaz kılmanın önemini belirten hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler beş vakit namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir (Mergınanî, el-Hidâye, I, 362; Kâsânî, Bedâî’, I, 155; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, I, 368-369).

Ramazan ve Kurban Bayramı namazları da vacip namazlardan olup cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 283). Sünnet namazlardan teravih namazı cemaatle kılınabilir. Teravih cemaatle kılındığında vitir namazı da cemaatle kılınabilir. Ramazan ayının dışında vitir namazını cemaatle kılmak mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 239).

Nafile namazlardan küsûf (güneş tutulması) ve İmameyn’e göre istiskâ namazı da (Yağmur duası ve namazı için ) cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 241-242, 245). Bunların dışındaki tüm sünnet ve nafile namazları herkesin tek başına kılması uygun, cemaatle kılınması ise mekruh görülmüştür (Serahsî, el-Mebsût, II, 144).

Nafile namazlardan olan tesbih namazının (Ebû Dâvûd, Tatavvu, 14) cemaatle kılınabileceğine dair kaynaklarımızda bir bilgi bulunmadığından bu namazın da tek başına kılınması daha uygundur.

İmam, kılınan namazın türü itibariyle, kendisine uyan kişiden aşağı durumda olmamalıdır. Ancak cemaat imamdan daha aşağı durumda olabilir. Buna göre; nafile namaz kılan kimse farz namaz kılana imam olamaz; fakat farz namaz kılan nafile namaz kılana imam olabilir (Merğînânî, el-Hidâye, I, 377; İbnü’l-Hümâm, Feth I, 381; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 339; Desûkî, Hâşiye, I, 340; Buhûtî, er-Ravd, s. 134).

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Farz namaz, bir günde iki kere kılınamaz.” (Dârekutnî, es-Sünen, II, 285; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, III, 206) Bir vaktin namazı iki kere kılınamayacağına göre, ikinci kere kılınan namaz nafile olacaktır. Bu durumda imam cemaatten daha alt konumda olacağından o kişinin imamlığı geçerli olmaz.

Şâfiî mezhebine ve Hanbelîlerde tercih edilen görüşe göre farz namaz kılacak olan kişi, nâfile namaz kılana uyabilir. Bu içtihatlara göre bir vaktin farz namazını kılmış olan kimse aynı vakit için başkalarına imam olabilir. Kendi kıldığı nafile, cemaatin namazı da farz olarak geçerli olur (Mâverdî, el-Hâvî, II, 316; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 67-68).

Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre bir kadının, kadınlara namaz kıldırmasında hiçbir sakınca yoktur.

Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamberin (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırmasına izin vermesini (Ebû Dâvûd, Salât, 62; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VL, 255; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 597) delil gösterirler.

Hanefî mezhebine göre kadının, kadınlara namaz kıldırması caiz olmakla birlikte, mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 207); Mâlikîlere göre ise caiz değildir (İbn Rüşd, Bidâye, I, 145; İbn Cüzey, el-Kavânîn, 156).

Kadının kadınlara namaz kıldırması hâlinde, cemaatten öne geçmeyip, diğer kadınların hizasında/arasında durması gerekir (Abdürrezzâk, el-Musannef, III, 140-141; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 37-38; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 305-306).

Kadının erkeklere namaz kıldırması, bütün mezheplere göre caiz değildir (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 32-33; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 306, 321; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, I, 372).

Hz. Peygamberin (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırabileceği yönünde verdiği izin (Ebû Dâvûd, Salât, 62; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 597), sadece ona özel bir uygulama olarak değerlendirilmiştir. Diğer bazı yorumlara göre ise Hz. Peygamberin (s.a.s.) bu izni, o evdeki veya mahalledeki kadınlara namaz kıldırabileceğini ifade etmektedir.

Hz. Peygamberin (s.a.s.) “Dikkat edin! Hiçbir kadın erkeğe imam olmasın.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât, 78; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 128) şeklindeki buyruğu da bunu göstermektedir. Nitekim Asr-ı saadet de dâhil olmak üzere tarihî süreç içinde bunun bir başka örneği de görülmemiştir. Bunu caiz görmek, dinde olmayan bir şeyi dine sokmaktır ki buna bid’at denilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bid’atın dalalet olduğunu haber vermiştir (Müslim, Cumua, 867; Ebû Dâvûd, Sünen, 6).

Namaz kıldıracak kişinin, imamet ehliyetine sahip (dini bilgisi yeterli, Kur’an’ı güzel okuyan, akıl sağlığı yerinde, ergen birisi) olması gerekir. Haramı helal, helali haram saymadıkça büyük günah işlemiş de olsa müslüman bir kişi, namaz kıldırabilir; arkasında kılınan namaz da sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İyi ve kötü (müttakî ve günahkâr) her müslümanın arkasında namaz kılınız.” (Ebû Dâvûd, Salât, 64, Cihâd, 35; Dârekutnî, es-Sünen, II, 404; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 29) buyurmuşlardır.

Hadiste bir ilke ortaya konulmaktadır; o da, mümin olan ve namaz kıldırabilecek asgari bilgiye sahip olan bir kimsenin namaz kıldırabileceğidir (Serahsî, Şerhu siyeri’l-kebîr, I, 110-111; İbn Nüceym, el-Bahr, I, 370). Ancak imamın günah işlemekten sakınan, cemaat tarafından sevilen, güzel ahlaklı bir kimse olması tercih edilir. Bu vasıflara sahip birisi varken, fâsık yani açıkça büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişinin imam olması Hanefi, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre mekruhtur (İbnü’l-Hümâm, Feth, I,360; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 298-299; Haraşî, Şerhu Muhtasar, II, 23).

Hanbelî mezhebine göre ise fâsık olan kimsenin fâsık olmayan kimselere imameti caiz değildir. Ancak namaz kıldıracak başka kimsenin bulunmaması hâlinde, cemaatle kılınan cuma ve bayram namazları için zarureten caizdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 17-23; İbn Kudâme, el-Kâfî, I, 293-294).

Namazı geçerli olacak kadar Kur’an okuyamayan okuyabilene imamlık yapamaz. Çünkü imamın durumu, kendisine uyan kimselerin durumundan daha aşağı olmamalıdır (İbnü’l- Hümâm, Feth, I, 376; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 11 vd.).

İmamın özürden uzak ve salim/düzgün bir kıraate sahip olması gereklidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 284, 294-295). Dilinde kekemelik olan kişi Kur’an-ı Kerim’i doğru olarak okuyabiliyorsa başkalarına imam olabilir. Ancak doğru ve düzgün bir şekilde okuyamıyorsa, kendisi gibi kekeme olanlara imamlık yapabilirse de, kıraati düzgün olanlara imam olamaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 327, 328; bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 29).

Cuma namazı farz-ı ayındır. Farz oluşu Kur’an-ı Kerim, Sünnet ve İcma ile sabittir. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cum’a, 62/9-10) buyurmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de, “Cuma namazına gitmek, ergenlik çağına ulaşmış her müslüman erkeğe farzdır.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 130; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, III, 245-246) buyurmuştur. Cuma namazı, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden günümüze kadar kılınagelmiş ve bunun farz olduğu konusunda herhangi bir farklı görüş ortaya çıkmamıştır.

Cuma namazının farzı iki rekâttır. Bunun yanında farzdan önce dört rekât, farzdan sonra dört rekât olmak üzere sekiz rekât da sünneti vardır (Kâsânî, Bedâî’, I, 269).
İmam Ebû Yusuf’a ve İmam Muhammed’e göre ise farzdan sonra kılınacak sünnet bir selamla dört ve bir selamla iki rekât olmak üzere toplam altı rekâttır. Bu görüşün Hz. Ali’den rivayet edildiği nakledilmektedir (Kâsânî, Bedâî’, I, 285).

Zuhr-i âhir, son öğle namazı demektir. Bazı İslam bilginleri, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde cuma namazı kılınmasının sahih olmayacağı ihtimaline binaen, o günkü öğle namazının ihtiyaten kılınmasını önermişlerdir. Zuhr-i âhir adıyla dört rekât olarak kılınan bu namaz, cuma namazına dâhil değildir. Hz. Peygamberden (s.a.s.) ve ilk dönemlerden gelen rivayetler arasında bu isimle kılınmış bir namaz yoktur.

Zuhr-i âhir, İslam coğrafyasının genişlemesi ve şehirlerde nüfusun kalabalıklaşması sonucu, cuma namazının, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde olduğu gibi, bir şehirde bir tek camide kılınmasının mümkün olmaması, birden fazla camide cuma namazının kılınması zorunluluğunun ortaya çıkması ile gündeme gelmiş bir namazdır.

Gerekçesi de, birden fazla camide kılınan cuma namazlarından ilk önce kılınanın geçerli olacağı, diğer camilerde kılınan namazın ise geçersiz olabileceği varsayımıdır. İşte bu şüpheli durumdan kurtulmak için, içinde bulunulan cuma vakti kastedilerek ihtiyaten, zuhr-i âhir yani “vaktine ulaşılıp da eda edilemeyen son öğle namazı” niyeti ile dört rekâtlık bir namaz kılınması bazı âlimlerce uygun görülmüştür (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 16-18; Karâfî, ez-Zehîra, II, 354-355; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 212; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, I, 420-422).

Fakat böyle bir varsayıma mahal yoktur. Çünkü cuma namazının tek camide kılınması, cumanın anlamına uygun olmakla birlikte, nüfusu milyonlara ulaşan büyük şehirlerin ortaya çıktığı günümüzde bunun yerine getirilmesi mümkün değildir. Zaten Hanefî mezhebinde fetvaya asıl olan görüşe göre, herhangi bir kayıt olmaksızın bir şehirde birden çok camide cuma namazı kılınabilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 15-16). İmam Şâfiî de Bağdat’a gittiğinde cuma namazının birden fazla yerde kılındığını görmüş ve buna karşı çıkmamıştır (Nevevî, el-Mecmû’, IV, 585; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, I, 420-422).

Böyle olunca, her bir camide kılınan cuma namazının ayrı ayrı geçerli olması, bu yönden aralarında bir fark gözetilmemesi esas olup cuma namazı kılanların ayrıca zuhr-i âhir (son öğle namazı) kılmaları gerekmez.
Ancak cuma namazına dâhil olmadığını bilerek, bu namazı kılmak isteyenler için de bir sakınca söz konusu değildir.

İslam bilginleri cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde bir yerleşim birimi olmasını şart koşmuşlardır. Bu hüküm Hz. Peygamberin (s.a.s.), şehir veya şehir hükmündeki bir yerin dışında Cuma namazının kılınmayacağına dair hadisine dayanmaktadır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 179). Kaynaklarda geçen bu şehir şartının günümüzde, büyük veya küçük yerleşim birimi olarak anlaşılması gerekir.

Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), ilk cuma namazını, Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Salim b. Avf oğullarının ikamet ettiği Rânûnâ adı verilen bir vadide kıldırmıştır (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 494).

Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bir yerleşim biriminde, sadece dört kişi bulunsa bile, cuma namazı kılmak farzdır.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 255) buyurmuştur. Buna göre, farzı eda edecek sayıda cemaatin bulunduğu köy, belde, şehir gibi büyük veya küçük tüm yerleşim birimlerinde kılınan cuma namazı sahihtir. Şu kadar var ki, nerede kılınırsa kılınsın dinen yetkili mercilerden izin alınması gerekir.

Cuma namazının sahih olması için cemaatin şart olduğu konusunda bütün bilginler ittifak etmekle birlikte, gerekli görülen asgari sayının kaç olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir.

Cuma namazının kılınabilmesi için, İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre, imamın dışında en az üç, Ebû Yusuf’a göre ise, iki kişinin bulunması gerekir (İbnü’l-Hümâm, Feth, II, 58).

Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre, en az kırk kişi bulunmalıdır (Nevevî, el-Mecmû’, IV, 487; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 202-203). Mâlikî mezhebine göre ise on iki kişinin bulunması şarttır (Haraşî, Şerhu Muhtasar, II, 76-77).

Hz. Peygamberin (s.a.s.) Medine’ye hicretinden önce Nakîu’l-Hadamat’ta kılınan cuma namazında kırk kişi hazır bulunmuştu (İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât, 78). Ancak daha az kişi ile cuma namazı kılındığı da bilinmektedir. Nitekim Hz. Peygamberin (s.a.s.) emri ile Mus’ab b. Umeyr Medine’de 12 kişiye cuma namazını kıldırmıştır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 255).

Resûlullah (s.a.s.), cuma namazını kıldırırken, ticaret kervanının geldiğini haber alan cemaatten on iki kişi dışında hepsinin dışarı çıktığı rivayeti de sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, Cumua, 38). Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), bir yerleşim biriminde sadece dört kişi bulunsa bile, cuma namazının farz olduğunu bildirmiştir (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 255).

Görüldüğü üzere Hz. Peygamberden (s.a.s.) gelen rivayetler, biri imam olmak üzere en az dört kişinin bulunduğu yerde cuma namazının kılınabileceğini göstermektedir. Bu da cuma namazının kılınabilmesi için gerekli kişi sayısının alt sınırını belirler.

Cuma günü öğle vaktini bildiren ezan, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde cami içinde hatip minbere çıktıktan sonra okunan iç ezandı. Bu sebeple cuma günü hutbeden önce okunan iç ezanın, hatibin huzurunda olması hutbenin sünnetlerindendir.

Hz. Osman döneminde şehrin genişlemesi ve iç ezanın her tarafta duyulmaması üzerine, namaz vaktinin girdiğinin bildirilmesi maksadı ile dışarıda ezan okutulmaya başlandı. Hz. Peygamberin (s.a.s.) uygulaması olan iç ezanın da okunmasına devam edildi (Kâsânî, Bedâî’, I, 152).

Bâliğ (ergen) olmayan ancak âkil olan çocuk, yetkili merciin izniyle hutbe okuyabilir, fakat namazı yetişkin bir kimsenin kıldırması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 39; Şeyhîzâde, Mecme‘u’l-enhur, I, 254).

Cuma namazında hutbe okunurken cemaatin konuşmayıp dinlemesi, selam alıp vermemesi, nafile namaz kılmaması gerekir. Konu ile ilgili olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Cuma günü imam hutbe okurken arkadaşına (yalnızca) ‘dinle’ desen (bile yine) boş, lüzumsuz konuşmuş olursun.” (Buhârî, Cumua, 36) buyurarak hutbenin dinlenmesi hususundaki hassasiyetini dile getirmiştir.

Hutbe okunurken camiye gelen kimse, ilk sünneti kılmayıp oturmalı ve hutbeyi dinlemelidir (Kâsânî, Bedâî’, I, 264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 36; Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, s. 119).

Resûlullah’ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alan İslam bilginlerine göre hatibin, ikinci hutbede müminler için af ve mağfiret dilemesi, onların afiyet ve esenlik içinde olmaları için Allah’a (c.c.) dua etmesi menduptur. Hatibin minbere çıkışından namaz bitinceye kadar geçen süreyi bir bütün olarak değerlendiren Hanefî âlimleri, namazda yasak olan her şeyin hutbede de yasak olduğu kuralını esas almışlardır.

Bu itibarla hatibin dikkatle dinlenmesi, cemaatin konuşmayıp susması, selam alıp vermemesi, nafile namaz kılmaması gerektiğini, ancak hutbede dua edilirse “âmin” demenin veya Hz. Peygamberin (s.a.s.) ismi zikredilirse sessizce salât-ü selam okumanın caiz olduğunu söylemektedirler (Kâsânî, Bedâî’, I, 264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 36). Fakat sesli bir şekilde “âmin” demek doğru değildir (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, s. 119).

Duanın belli bir dilde yapılması şart değildir. Çünkü dua kulun Yüce Allah’a yönelmesi, O’na yalvarması ve O’ndan istemesidir. Dolayısıyla kişinin ne istediğini bilecek şekilde kendi diliyle dua etmesinde hiçbir sakınca yoktur.

Ancak Kur’an-ı Kerim’de yer alan veya Hz. Peygamberden (s.a.s.) gelen duaların mümkün olduğunca kendi aslî şekilleriyle yapılması daha uygundur. Bu itibarla hutbe dualarının da aslî biçimleriyle yapılmasına gayret edilmelidir. Bununla birlikte ikinci hutbenin sonunda, cemaatin anlayabileceği bir dilde dua yapılmasının önünde de bir engel bulunmamaktadır.

İslam âlimleri, gerek cuma hakkındaki hadisleri, gerekse Resûlullah’ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alarak hutbenin esasını teşkil eden rükünler ile sahih bir hutbede uyulması gereken şartları ve hutbenin adabını tespit etmişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, II, 196).

Hatip hutbe irad ederken cemaatin konuşmasının doğru olmadığını ifade eden hadisler vardır (Buhârî, Cumua, 36; Müslim, Cumua, 11; Muvatta, Cuma, 6; Ebû Dâvûd. Salât, 237; Tirmizî, Salât, 256; Nesâî, Cumua, 22). Hanefi ve Şâfiîler bu hadislere dayanarak zaruret olmadıkça hutbe esnasında konuşmayı mekruh; Hanbelî ve Mâlikîler haram kabul etmişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, II, 198; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 429-430).

Diğer taraftan yine Resûlullah’ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alan İslam âlimleri hutbede müminlere dua etmenin mendup veya rükün olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, II, 196).

Buna göre, hutbenin dinlenmesi, bu esnada başka işlerle uğraşılmaması, konuşulmaması gerekir. Ancak, Hz. Peygamberin (s.a.s.) ismi anıldığında sessizce salavat okunması, hatibin duasına ‘âmin’ denmesi, konuşma olarak değerlendirilmediğinden, bunların yapılmasında bir sakınca yoktur (Bkz. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, I, 264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 35).

Cuma namazında hutbe, namazın sahih olmasının şartlarından biridir. Hutbe okunmadan kılınan bir cuma namazı sahih değildir. Bu nedenle hutbe okunurken en az bir erkeğin hazır bulunması gerekir. Ancak cuma kılabilmek için hutbeye yetişmek ve dinlemek şart değildir.

Buna göre, mazeretine binaen okunan hutbeye yetişemeyen veya hutbeyi duymayan kişinin kıldığı cuma namazı sahih olur. Hutbeyi dinlemeye yetişemeyen kimse, cuma namazının ikinci rekâtına bile yetişse, imam selam verdikten sonra ayağa kalkıp bir rekât daha kılarak cuma namazını tamamlar (İbnü’l-Hümâm, Feth, II, 63).

Cuma namazına imam selam vermeden önce yetişen kimse bu namaza yetişmiş olur. Bu kişi imamın selam vermesinden sonra namazını kendisi tamamlar. İmamın selamından sonra camiye gelen kimse ise namaza yetişmemiş olur (Kâsânî, Bedâî’, I, 267).

Cuma namazının bir rekâtına yetişen kişi imamın selamından sonra, ayağa kalkarak bir rekât daha kılar ve selam verir. Kendi başına kıldığı bu rekâtta Sübhâneke, besmele, Fâtiha ve sûre ya da birkaç âyet okur. İmama teşehhüdde yetişen kimse, imamın selamından sonra ayağa kalkar ve iki rekât kılarak selam verir. Böylece cuma namazını tamamlamış olur. Cuma namazına yetişemeyen kimse o günkü öğle namazını kılar. Bayram namazına yetişemeyen ise namazı kaçırmış olur; bunun yerine başka bir namaz kılması gerekmez.

Mâlikî ve Şâfiîlere göre ise, cumaya yetişmiş sayılabilmek için en az bir rekâtı imamla birlikte kılmak gerekir. Buna göre, imam ikinci rekâtın rükûundan doğrulduktan sonra yetişerek ona uyan kimse, namazını öğle namazı olarak dörde tamamlar (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 419; Haraşî, Şerhu Muhtasar, II, 84).

Cuma namazı, akıllı, ergenlik çağına erişmiş, sağlıklı, hür ve mukim (misafir olmayan) erkeklere farzdır. Kadınlar, hürriyeti kısıtlı olanlar, yolcular ve cemaate gelemeyecek kadar mazereti olanlar cuma namazı kılmakla yükümlü değildirler. Ancak kılmaları hâlinde bu namazları geçerli olup ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmez.

Hz. Peygamber (s.a.s.) , “Cemaatle Cuma namazı kılmak, her Müslüman’a farzdır. Ancak, köle, kadın, çocuk ve hastaya farz değildir.” (Ebû Dâvûd, Salât, 217; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 550; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 246) buyurmuştur.
Asr-ı saadetten günümüze kadar bütün âlimler, cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir (İbnü’l-Hümâm, Feth, II, 59; Nevevî, el-Mecmû’, IV, 483-484; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 216).

Cuma namazının kadınlara farz kılınmamış olması, onlar hakkında bir mahrumiyet değil, muafiyettir. Diledikleri takdirde, camiye gidip cemaatle cuma namazı kılmalarında dinen bir engel yoktur. Hatta hutbe ve vaazlardan istifade etmeleri için cuma namazlarına devam etmeleri tavsiye edilebilir.

Kadınlar ve kendilerine cuma namazı farz olmayan hasta ve benzeri kimseler vakit girdikten sonra, imam cuma namazını bitirmeden önce kendi evlerinde öğle namazını kılarlarsa bu namaz geçerli olur.
Kendilerine cuma namazı farz olmayan bu gruptakilerin şehirde veya şehir hükmünde olan bir yerde öğle namazında cemaat yapmaları mekruhtur; kendi başlarına kılmalıdırlar.

Kendisine cuma namazı farz olan bir kimse ise özürsüz olarak cumaya gitmez ve imam cuma namazını bitirmeden önce kendi evinde o günkü öğle namazını kılarsa Hanefîlere göre bu namaz geçerlidir, fakat cumaya gitmediği için günahkâr olur. Diğer üç mezhebe ve Hanefîlerden İmam Züfer’e göre ise kıldığı öğle namazı geçersizdir. Bu kimse öğle namazını, cuma namazı kılındıktan sonra tekrar kılmalıdır (Merğînânî, el-Hidâye, II, 115-117; Halebî, es-Sağîr, s. 321).

İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre cuma namazı, yerleşim yerlerindeki camilerde veya yakınlarındaki açık alanlarda kılınabilir. Cuma namazının yerleşim bölgesinde kılınmasını gerekli gören Mâlikîler, aynı zamanda bunun camide eda edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. (İbn Rüşd, Bidâye, I, 159-160; Mevvâk, et-Tâc, II, 520; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 419; Kâsânî, Bedâî’, I, 259-261; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 202-209). Şu kadar var ki, nerede kılınırsa kılınsın dinen yetkili mercilerden izin alınması gerekir.

Girmek isteyen her müslümana açık olmak ve dinen yetkili mercilerden izin alınmak kaydı ile işyeri ve apartmanların namaz için ayrılan bölümlerinde cuma namazı kılınabilir.

Cuma namazının vakti, öğle namazının vaktidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 274). Cuma namazı bu vakit içinde kılındığı takdirde geçerli olur. Namazların vaktin başlangıcında kılınması daha faziletli olmakla birlikte, daha çok cemaatin katılımını sağlamak amacıyla biraz geciktirilmesinde sakınca yoktur.
Buna göre, cemaatin durumu veya mesai saatleri dikkate alınarak cuma namazının, cemaatin daha çok iştirak edebileceği saatte kıldırılması caizdir, hatta bunun daha uygun olacağı söylenebilir.

Cuma namazı; Kitap, Sünnet ve icma ile sabit olup, hutbeyi de içeren, cemaatle kılınan iki rekâtlı ve diğer namazlardan farklı özellikler taşıyan ve her mükellefin yerine getirmesi gereken farz-ı ayın bir namazdır (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 271-272).

Allah Teala, cuma namazı vaktinde çalışma ve alışveriş yapma ile ilgili olarak, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın, Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cum’a, 62/9-10) buyurmaktadır.

Ayetten anlaşıldığına göre, cuma namazından önce ve sonra çalışmak ve alışveriş yapmakta bir sakınca yoktur. Ancak cuma namazı kılmakla yükümlü olanların cuma saatinde alışverişi terk etmeleri ve camiye gitmeleri gerekir. Bu itibarla cuma namazı kılmakla yükümlü olmayanlar, alışveriş yapabilirler. Cuma namazı kılmakla yükümlü olanların cuma saatinde alışveriş ile meşgul olmaları tahrîmen mekruhtur; ancak yapılan alışverişle elde edilen kazanç helaldir. Ayrıca cuma namazı ile mükellef bir tüccarın, işyerinde cuma namazıyla mükellef olmayan bir kimseyi çalıştırmasında ve bu şekilde kazanç elde etmesinde bir sakınca yoktur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 41).

Cuma namazı hür, mazereti olmayan ve mukim olan her müslüman erkeğe, farz-ı ayındır (Cum’a, 62/9). Ayrıca hadis kaynaklarında cuma namazının fazileti, kuvvetli bir farz olduğu ve bu namazı özürsüz olarak terk etmenin büyük günah sayıldığı konusunda sahih hadisler bulunmaktadır:
“Önemsemeyerek üç cumayı terk eden kimsenin kalbini Allah mühürler.” (Ebû Dâvûd, Salât, 212; İbn Mâce, İkametü’s-salât, 93; Tirmizî, Salât, 247; Nesâî, Cumua, 2)

“Birtakım kimseler, ya cuma namazını terk etmekten vazgeçerler ya da Allah onların kalplerini mühürler ve artık onlar gafillerden olurlar.” (Müslim, Cumua, 40; Nesâî, Cumua, 2)

Bu hadis-i şerifler, cuma namazını terk etmenin bir müslüman için ne kadar sakıncalı olduğunu ifade etmeye yeterlidir. Dinimize göre hasta ve yolcu olanlarla, stratejik önemi haiz yerlerde hizmet verenler hariç, akıllı ve ergenlik çağına gelmiş her müslüman erkeğe cuma namazı kılmak farzdır. Hürriyeti kısıtlanmış veya namaza gitmesi nedeniyle işinden olma ihtimali olan kimse için bu durum geçici bir mazeret sayılır.

Günlük işler, sanat ve meslekler, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuklar namazın geriye bırakılması için özür sayılmaz. Kur’an-ı Kerim’de, “Öyle kimseler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyar. Onlar, dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.” (Nûr, 24/37) buyrulmuştur.

İşverenin ya da işyerinde sorumluluk alan kimsenin, namaz kılmak isteyen memurlarına ve işçilerine, cuma ve günlük dinî görevleri olan namazlarını, hiç değilse farzlarını kılabilme imkânını sağlaması gerekir. Bununla birlikte işçinin ve memurun da namazı bahane ederek mesaisini suistimal etmemesi ve çalıştığı yerde namaz kılması için iş disiplini ve düzeni açısından işverenin veya amirlerin iznini alması lazımdır.

İçinde bulundukları konum gereği Cuma namazı kılma imkânı bulamayanlar o günkü öğle namazını kılarlar.
Bu itibarla işyerinde çalışanların sadece bir kısmına izin veriliyorsa izin verilenler Cuma namazına giderler; diğerleri o günkü öğle namazını kılarlar.

Cezaevindeki mahkûmlar cuma namazı kılmakla mükellef değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 28-29). Cezaevi şartlarında cuma namazı kılma imkânı bulamayan kimseler, cuma namazı kılmadıkları için günahkâr olmazlar. Ancak öğle namazını kılmakla yükümlüdürler. Cuma namazı kılma imkânı bulmaları hâlinde, mahkûm olan bir şahsın cuma namazı kıldırması caizdir.

Şâfiî mezhebine göre Cuma namazı kılınan yerin herkese açık olması (izn-i âm) şartı bulunmadığından (Gazzâlî, el-Vasît, II, 65) cezaevindekiler kırk kişi olmaları ve imkân bulmaları hâlinde cuma namazını kılmakla mükellef olurlar. Bu durumda da içlerinden birinin imamlık yapması caizdir (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, II, 287).

Hz. Peygamberin (s.a.s.), kurban bayramının arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar,

ikindi namazı da dâhil olmak üzere farzlardan sonra teşrik tekbirleri getirdiğine dair rivayetler vardır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 315; Dârekutnî, es-Sünen, III, 439, 440).

Buna göre Hanefîlerde tercih edilen görüşe göre arefe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar 23 vakit, her farzın ardından teşrik tekbiri getirmek, kadın erkek her Müslümana vaciptir. Teşrik günlerinde kazaya kalan namaz aynı günlerde kaza edilirken teşrik tekbirleri de getirilir.

Teşrik günleri çıktıktan sonra kaza edilmeleri hâlinde ise tekbir getirilmez. Namaz kaza edilmedikçe tekbirler kaza edilmez (Serahsî, el-Mebsût, II, 43-44; İbnü’l-Hümâm, Feth, II, 82). Şâfiî mezhebine göre ise teşrik tekbirleri sünnettir (Mâverdî, el-Hâvî, II, 500-501).

İslam âlimlerinin ittifakına göre kadınlar, cuma ve bayram namazlarıyla yükümlü değildirler (Semerkandî, Tuhfe, II, 161, 166; Halîl, Muhtasar, 45, 47; İbn Rüşd, Bidâye, I, 157; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 462). Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.), kadınları bayram namazına katılmaya teşvik etmiştir (Buhârî, Îdeyn, 15, 21; Hac, 81; Müslim, Salâtü’l-îdeyn, 1-3, 10-12). Bu itibarla kadınlar, şartların elverişli olması halinde cuma ve bayram namazlarına katılabilirler.

Bilindiği gibi namaz, dinimizin ifasını emrettiği ibadetlerin en önemlisidir. Kelime-i şehâdetten sonra, İslam binasının üzerine kurulduğu beş esastan birincisidir. Akıllı ve ergenlik çağına ulaşan her Müslümanın namaz kılması farzdır. Namaz, uyuyakalmak, unutmak ve baş ile de olsa îma ile kılamayacak kadar hasta olmak gibi meşru bir mazeret bulunmadıkça kazaya bırakılamaz.

Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise, uyandığı veya hatırladığı vakit kılsın.” (Buhari, Mevakit, 37; Muslim, Mesacid, 314-316) buyurmuştur.
Meşguliyeti çok olmak, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuk gibi durumlar namazın ertelenmesi için özür sayılmaz. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyabilir. Onlar, dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.” (Nur, 24/37)

İşverenin veya iş yerinde sorumluluk alan kimsenin, namaz kılmak isteyen memurlarına ve işçilerine, Cuma namazını ve beş vakit namazı kılabilme imkânını sağlaması gerekir. Ancak çalışanın da işini aksatmaması ve iş disiplininin korunması açısından işverenin veya amirlerin iznini alması uygun olur. İzin verilmemesine rağmen kılınan namaz geçerlidir.

Namaz kılma imkânı bulunmayan bir yerde çalışan kimsenin bu imkânı bulabileceği bir iş araması uygun olur. Eğer çalışanlar aramalarına rağmen başka bir imkân bulamazlar ise; öğle ile ikindiyi, ya ikindiyi öne alarak öğle vaktinde ya da öğleyi geciktirerek ikindi vaktinde; akşam ile yatsıyı da yatsı vaktine geciktirerek veya yatsıyı akşam vaktine alarak (cem ederek/birleştirerek) kılabilirler. Fakat bunun bir zaruret hükmü olduğunu hatırdan çıkarmazlar.
Namazı cem ederek de kılma imkânı bulamayanlar, kılamadıkları namazları ilk fırsatta kaza ederler. Bu bağlamda yatsıdan sonra da kaza ederler ve ayrıca tövbe istiğfarda bulunurlar.

Din İşleri Yüksek Kurulu 26.03.1997 günü Kurul Başkanı İsmail ÖNER’in başkanlığında toplandı. Son günlerde gerek bazı kimseler tarafından yazılmış olan kitaplarda ve gerekse basında çıkan yazılarda cuma namazının kadınlara da farz olduğu ifade edilmekte ve bu yüzden bilgi almak üzere Başkanlığa çok sayıda şifahi ve yazılı başvuruda bulunulmakta olduğundan, konu görüşüldü:

Kadınların, dini konularda aydınlanmak ve yapılan va’zlardan yararlanmak üzere camilere gelmeleri yararlı olduğu gibi cuma namazını kılmaları halinde de ayrıca o günün öğle namazını kılmalarına gerek olmadığı bilinmektedir.
Kadınlara cuma namazının farz olduğunu söyleyenler,

Kur’an-ı Kerim’de aksinin yer almamış olmasını ve kadınlara cuma namazının farz olmadığı hakkmdaki hadis-i şeriflerin, bazı alimlerce sened yönünden sıhhatinde tereddüt edilmiş bulunmasını, gerekçe göstermekte iseler de; İslâm müctehidleri arasında kadınlara cuma namazının farz olmadığı konusunda bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.

Kaldı ki, Peygamberimizden günümüze kadar da uygulama ameli tevatür halinde böyle olmuştur. Bu konudaki en önemli dayanak da budur.
Bu itibarla, konunun bu çerçevede anlaşılması gerektiği hususunun kamuoyuna duyurulmak üzere keyfiyetin Başkanlık Makamına arzına karar verildi.
Din İşleri Yüksek Kurulu, 26.03.2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç.Dr.Şamil DAĞCI’nın başkanlığında toplandı.
Dinî Sorulara Cevap Komisyonunca “Cuma Namazı ve Zuhr-i Ahir” konusunda hazırlanan metin Kurula takdim edildi. Konu ile ilgili Kurul üyeleri görüşlerini belirttiler. Görüşmeler sonucunda;

I. CUMA NAMAZI

A. Cuma Namazının Hükmü
Cuma namazı, farziyyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabit olan ve hutbeyi de ihtiva eden iki rekatlı, cemaatle kılınan bir namazdır. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allâh’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” buyurmaktadır (Cumu’a 62/9-10).

Hz. Peygamber, “Cuma namazına gitmek, ergenlik çağına ulaşmış her Müslüman’a farzdır.” (Nesâî, Cumu’a, 2; Ebû Dâvûd, Taharet, 129), “Cuma namazını kılmayan birtakım kişiler, ya bundan vazgeçerler ya da Allâh kalplerini mühürler de gafillerden olurlar.” (Müslim, Cumu’a, 12; Nesâî, Cumu’a, 2), “Allâh, önemsemeyerek üç Cuma’yı terk eden kişinin kalbini mühürler” (Ebû Dâvûd, Salât, 210; Nesâî, Cumu’a, 2) buyurmaktadır.

Cuma namazı, Hz. Peygamber döneminden günümüze kadar bütün Müslümanlarca kılınmış ve bunun farz olduğu konusunda herhangi bir ihtilafa düşülmemiştir. Cuma namazının hicretten önce farz kılındığına dair rivayetler bulunmakla birlikte, Hz. Peygamber ilk Cuma namazını hicret esnasında Medine yakınındaki Rânûna denilen bir vadide kıldırmıştır.

B. Cuma Namazı ile Yükümlü Olmanın Şartları
Cuma namazı, akıllı, buluğ çağına erişmiş, sağlıklı, hür ve mukim Müslüman erkeklere farz kılınmıştır. Kadınlar, hürriyeti kısıtlı olanlar, yolcular ve cemaata gelemeyecek kadar mazereti olanlar Cuma namazı kılmakla yükümlü değildirler. Zira Hz. Peygamber, köle, kadın, çocuk, hasta ve yolcu dışında Cuma namazının her Müslüman’a farz olduğunu belirtmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 215; Beyhakî, Sünen, III/183-184, H.No: 5422, 5425, 5426; Darakutnî, Sünen, II/2, H.No: 2; İbn Ebî Şeybe, Musannef, I/446, H.No: 5148; Ebû Muhammed el-Bağavî, Mesabihu’s-Sünne, I/470). Ancak Cuma namazını kılmaları halinde bu kimselerin namazları geçerli olup ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmez.

C. Kadınların Cuma namazı kılmaları
Cuma namazı kılmak kadınlara farz değildir. Konuyla ilgili hadisleri ve uygulamaları göz ardı ederek, sadece Cuma namazını farz kılan ayetteki “ey iman edenler” ifadesinden hareketle kadınların Cuma ile mükellef olduklarını söylemek doğru değildir. Aksi halde, hükümlü, hasta ve diğer mazeret sahiplerinin de Cuma ile mükellef olmaları gerekir.

Zira Hz. Peygamber, kadın, hasta, yolcu ve hürriyeti kısıtlı olanların Cuma namazı ile yükümlü olmadıklarını belirtmek suretiyle ayetin hükmünü tahsis etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 215; Beyhakî, Sünen, III/183-184, H.No: 5422, 5425, 5426; Darakutnî, Sünen, II/2, H.No: 2; İbn Ebî Şeybe Musannef, I/446, H.No: 5148; Ebû Muhammed el-Bağavî, Mesabihu’s-Sünne, I/470).

Ayrıca, hadis ve siyer kaynaklarında, Hz. Peygamber döneminde bazı hanımların münferiden Cuma namazına katıldıklarını bildiren rivayetler bulunmakla birlikte, onların erkekler gibi yoğun bir şekilde Cuma’ya iştirak ettiklerini gösteren bir bilgi bulunmamaktadır. Asr-ı saadetten günümüze kadar da, müçtehit imamlar ve daha sonraki bilginler, bunlara dayanarak Cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir (Bk. İbn Rüşd,

Bidayetü’l-Müctehid, I/157; İbn Kudâme, Muğnî, II/193; İbn Hazm, Muhallâ, III/259; İbn Hümam, Fethu’l-Kadîr, II/62; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/276; Yusuf el-Hûlî, Nihayetü’lİhkâm, II/42; Sa’dî Ebû Ceyb, Mevsûatü’l-İcmâ’, II/633).
Cuma namazının kadınlara farz kılınmamış olması, onlar hakkında bir mahrumiyet değil bir muafiyettir. Diledikleri takdirde, camiye gidip cemaatle Cuma namazı kılmalarında dinen bir engel yoktur.

D. Cumanın Sıhhat (Geçerlilik) Şartları
Fıkıh bilginleri, Cuma namazının geçerli olması için bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu şartlardan hutbe, şehir ve cemaat şartlarının Kurulumuzca değerlendirilmesine ihtiyaç duyulmuştur.

1. Hutbe
Hutbe, Cuma ve bayram namazlarında, genel olarak, Allâh’a hamd, Rasûlüne salât ve Müslüman’lara nasihatten oluşan konuşmayı ifade eder.
Hutbe Cuma namazının geçerlilik şartlarındandır. Cuma suresinin 9. ayetindeki “Allâh’ı anma” ifadesini, Hz. Peygamber’in hutbe ile ilgili hadislerini ve uygulamalarını göz önünde bulunduran müçtehitler, hutbenin cumanın sıhhatinin şartı olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir (İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/28; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/170-171; Şirbînî, Muğni’l- Muhtâc, I/549; Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâ’î, II/195-198; Nevevî, Mecmû’, IV/382383).

Hutbenin, Cuma vaktinde ve namazdan önce okunması gerekir. Zira Hz. Peygamber, hutbeyi Cuma namazından önce okumuştur (Ebû Dâvûd, Salât, 240; Abdürrazzâk San’anî, el-Musannef, III/222, H. No: 5413). Bu yüzden bütün fıkıh bilginleri hutbenin namazdan önce okunması gerektiği konusunda görüş birliği içindedirler. Günümüze kadar uygulama da bu şekilde olmuştur (İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/28; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/170-171; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/549; Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâ’î, II/195-198; Nevevî, Mecmû’,IV/382383).

2. Şehir
İslâm bilginleri Cuma namazının sahih olması için, Cuma namazının şehir veya şehir hükmünde bir yerleşim biriminde kılınması gerektiğini ileri sürmüşler, ancak şehrin tanımı konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Hz. Peygamber, ilk Cuma namazını, Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Salim b. Avf oğullarının ikamet ettiği Rânûnâ adı verilen bir vadide kıldırmıştır (İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, III/22).

Buna göre, farzı eda edecek sayıda cemaatin bulunduğu mezra, köy, belde, şehir gibi büyük veya küçük tüm yerleşim birimlerinde kılınan Cuma namazı sahihtir. Nitekim Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyetinin (Din İşleri Yüksek Kurulunun) 16/04/1933 tarih ve 190 sayılı kararında da bu husus vurgulanmıştır.

3. Cemaat
Cuma namazının sıhhat şartları arasında ileri sürülen cemaat şartı; cemaati oluşturan en az kişi sayısı ve bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı şeklinde iki yönden ele alınmıştır.

Cemaati oluşturan en az kişi sayısı
Cuma namazının sahih olması için cemaatin şart olduğu konusunda bütün bilginler ittifak etmekle birlikte, gerekli asgari sayının kaç olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Hanefi Mezhebinde, Cuma namazının kılınabilmesi için, Ebu Hanife ve Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî’ye göre, imamın dışında en az üç, Ebû Yusuf’a göre ise, iki kişinin bulunması gerekir (İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/31; İbn Abidin, Reddu’l-Muhtâr, I/545). Şafiî ve Hanbelîlere göre, en az kırk (Şafiî, Ümm, I/328; Nevevî, el-Mecmû’, IV/353; Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, I/545; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/204); Malikîlere göre de on iki kişinin bulunması şarttır (Huraşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II/76-77).

Şafiîler ve Hanbeliler görüşlerini, Hz. Peygamber’in Medine’ye gelmesinden önce Es’ad b.Zürâre tarafından Medine’de kıldırılan ilk Cuma namazında kırk kişinin hazır bulunduğunu bildiren rivayetlere dayandırmaktadırlar (Ebû Dâvûd, Salât, 216; İbn Mâce, Salât, 78). Bu mezheplere göre, bundan sonra Rasulullah zamanında kılınan Cuma namazlarında sayı kırk kişinin altına düşmemiştir. Ayrıca bunlar, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe’den rivayet edilen “kırk kişi bulunan her yerleşim biriminde, Cuma namazı kılmak farzdır” haberi ile Ömer b.Abdilaziz’in, Şam ile Mekke arasında bulunan “miyah” halkına gönderdiği mektuptaki, “kırk kişiye ulaşınca Cuma namazını kılın” ifadesini delil olarak ortaya koymuşlardır (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, III/177-178, H.No: 5398, 5399).

İleri sürülen bu deliller, Cuma namazının farz olması için kırk kişinin bulunması gerektiğini ispata yeterli değildir. Zira, Hz. Peygamber’in Medine’ye gelmesinden önce, Medine’de kılınan Cuma namazında kırk kişinin hazır bulunması, bundan aşağı sayıda kişiyle Cuma namazı kılınamayacağını göstermez. Nitekim Mus’ab b. Umeyr’in, Hz. Peygamber’in emri ile Medine’de 12 kişiye Cuma namazı kıldırdığı rivayet edilmektedir (Beyhakî, es-Sünenü’l- Kübrâ, III/179, H.No: 5407). Ayrıca Rasulullah’ın kıldırdığı bir Cuma namazında, ticaret kervanının geldiğini haber alan cemaatten on iki kişi haricindekilerin dışarı çıktığı rivayeti sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, Cumua, 38).

Öte yandan Hz. Peygamber’in, “Bir yerleşim biriminde, sadece dört kişi bulunsa bile, Cuma namazı kılmak farzdır.” buyurduğu rivayet edilmektedir (Beyhakî, Sünen, III/179 H.No: 5406, 5407; Darakutnî, Sünen, II/8-9 H.No: 1-3; Azim Âbâdî, Avnü’l-Ma’bûd, III/283). Cuma cemaatinin asgari sayısı hakkında varit olan haberler genelde zayıf kabul edilmekle beraber, fiilî uygulama ile Cuma namazının farziyyetini mutlak olarak ifade eden ayet ve hadisler dikkate alınınca, bir sayı şartı olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca, Cuma namazının kılınabilmesi için 40 kişinin bulunması gerektiği konusunda Hz. Peygamber’den menkul bir rivayet bulunmamaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de Cuma namazı mutlak olarak bütün mü’minlere farz kılınmıştır (Cumua 62/9). Hz. Peygamber bunlardan kimlerin muaf tutulduğunu hadislerinde belirterek ayetin genel hükmünü tahsis etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 215; Beyhakî, Sünen, III/183-184, H.No: 5422, 5425, 5426; Darakutnî, Sünen, II/2, H.No: 2; İbn Ebî Şeybe, Musannef, I/446, H.No: 5148; ) ve O’nun dışında kimsenin, ayetlerin hükmünü tahsis etme yetkisi de yoktur.
Bu itibarla, bir yerleşim biriminde İmamla birlikte en az dört kişinin bulunması halinde Cuma namazı kılınması gerekir.

Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı
Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınıp kılınmayacağı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Hanefi mezhebinde ağırlıklı görüşe göre, birden fazla yerde Cuma namazı kılınabilir (Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâî, II/191-192; İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/14-15; İbn Abidîn, Reddü’l-Muhtâr, I/541). Diğer üç mezhebe göre ise, zorunluluk bulunmadıkça, bir yerleşim yerinde sadece bir yerde Cuma namazı kılınır; bir ihtiyaç bulunması halinde ise, birden fazla yerde Cuma namazı kılınabilir.

İhtiyaç yokken, birden fazla yerde kılınması halinde, namaza ilk başlayanların Cuma namazları sahih olur, diğerlerininki sahih olmaz. Bu durumda diğerlerinin öğle namazını kılmaları gerekir (Şirbînî, Muğnî’l Muhtâc, I/544; Nevevî, el-Mecmû’, IV/451-452; Sahnûn, el-Müdevvene, I/277-278; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/212;
Hurâşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II/74-75).
Zuhr-i ahir namazı veya o günkü öğle namazının iade edilmesi konusu, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazının kılınmasından kaynaklanmaktadır.

E. Cuma Namazının Rekat Sayısı
Cuma namazının farzı iki rekattir. Bu konuda herhangi bir ihtilaf yoktur.
Hz. Peygamber’in Cumanın farzından önce, nafile olarak bir namaz kılıp kılmadığı konusunda fıkıh bilginleri, konuyla ilgili muhtelif rivayetlerden hareketle farklı görüşler ortaya koymuşlardır:

Cuma’nın farzından önce nafile bir namaz olmadığını ileri süren fakihler bulunmaktadır. Onlara göre Hz. Peygamber, Cuma namazı için mescide gelince, namaz kılmadan doğrudan minbere çıkmıştır. Sahabenin kıldığı rivayet edilen namaz ise, sünnetle ilişkisi olmayan nafile bir namazdır (İbn Kayyım, Zâdü’l-Meâd, I/118-119). Buna karşılık Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî bilginlerine göre, Hz. Peygamber, Cuma namazının farzından önce tahiyyetü’l-mescid dışında, nafile olarak namaz kılmıştır. Hanefîler bu namazın dört rekat olduğunu, diğerleri ise belli bir rekat sayısıyla sınırlı olmadığını belirtmişlerdir (İbn Humam, Fethu’l-Kadîr, II/39; İbn Kudâme, Muğnî, II/250; İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, I/452).

Sahih hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in Cuma namazından önce nafile olarak namaz kıldığına dair bir çok rivayet bulunmaktadır (İbn Mâce, Salat, 94; Buhârî, Cumu’a, 33, 39; Ebû Dâvûd, Salât, 244).
Hz. Peygamber’in Cuma namazından sonra nafile olarak namaz kıldığı konusunda ihtilaf olmamakla birlikte, bu namazın kaç rekat olduğu konusunda görüş farklılığı bulunmaktadır. Bu namaz, Ebu Hanife’ye göre bir selamla dört, Şâfiî’ye göre iki selamla dört, Ebû Yûsuf’a göre ise dört rekatta bir selam ve iki rekatta bir selam vermek üzere toplam altı rekattır (İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/39; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/451).

Sahih hadis kaynaklarında yer alan bazı rivayetlerde, Hz. Peygamber’in Cuma namazından sonra dört, bazı rivayetlerde ise iki rekat nafile namaz kıldığı bildirilmektedir (Ebû Dâvûd, Salât, 244; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât, 95; Buhârî, Cumu’a, 39). İbn Teymiyye, İbn Kayyım gibi bazı alimler, konuyla ilgili çeşitli rivayetleri birlikte değerlendirerek, camide kılınırsa dört, evde kılınırsa iki rekat kılınabileceği görüşüne varmışlardır.

Zikredilen bu rivayetler, Hz. Peygamber’in Cuma namazından önce ve sonra, ismi ne olursa olsun evde ya da camide nafile namaz kıldığını göstermektedir. Bu itibarla, Cumadan önce ve sonra kılınan namazlar, Cuma namazına daha sonra yapılan bir ilave olmayıp, Hz. Peygamber’in uygulamasına dayanmaktadır.

II. ZUHR-İ AHİR (Son Öğle) NAMAZI
Son öğle namazı anlamına gelen Zuhr-i âhir namazı, bir kısım İslâm bilginleri tarafından, Cuma namazının sahih olmaması ihtimaline binaen, ihtiyaten kılınması öngörülen o günkü öğle namazıdır.

Sıhhat şartlarındaki ihtilaf sebebiyle Cuma namazının geçerli olmaması ihtimalinden hareketle zuhr-i ahir namazının kılınmasının gerektiğini ileri sürenler olduğu gibi, buna karşı çıkanlar da olmuştur.

A. Zuhr-i Ahir Namazının Gerekliliğini İleri Sürenlerin Delilleri
Zuhr-i ahir namazının gerekliliğini ileri sürenlerin hareket noktası, bir yerleşim biriminde birden fazla camide Cuma namazının sahih olmaması ihtimalidir. Bunlara göre, bir zorunluluk bulunmadıkça, bir yerleşim yerinde sadece bir yerde Cuma namazı kılınır. İhtiyaç yokken, birden fazla yerde kılınması halinde, namaza ilk başlayanların Cuma namazları sahih olur, diğerlerininki olmaz. Bu durumda diğerlerinin öğle namazını kılmaları gerekir.

Cuma namazını hangisinin önce kılındığının tespit edilememesi durumunda ise, ihtiyaten hepsinin öğle namazını kılmaları bir çözüm olarak öngörülmüştür. Bu görüşlerini de, Cuma namazının toplanmak ve hutbe irat etmek için meşru kılındığı gerekçesine ve Hz. Peygamber ve hulefa-i raşidîn döneminde tek bir yerde Cuma kılındığına dayandırmaktadırlar (Şirbînî, Muğnî’l- Muhtâc, I/544; Nevevî, el-Mecmû’, IV/451-452; Sahnûn, el-Müdevvene, I/277-278; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/212; Hurâşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II/74-75).

B. Zuhr-i Ahirin Kılınmaması Gerektiğini İleri Sürenlerin Delilleri
Zuhr-i ahir namazının kılınmasına karşı çıkanlar, şüpheyle yapılan ibadetin geçerli olmayacağı düşüncesinden hareketle, bu namazın kılınmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlara göre, şüpheyle ibadet makbul değildir. Bu itibarla, “belki Cuma namazı sahih olmamıştır” diye zuhri ahir kılmak doğru olmaz. Ayrıca zuhr-i ahir kılınması gerektiğini ileri sürmek, halkın gözünde, Cuma namazının farz olmayıp, öğle namazının farz olduğu ya da bir vakitte ikisinin de farz olduğu zannını uyandırır. İbn Nüceym, Alaü’d-din Haskefî, Cemaleddin el-Kasimî, Mehmet Zihni Efendi gibi bilginler bu görüştedirler (İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, II/154-155; İbn Abidîn, Reddü’l-Muhtâr, I/536; Cemalettin el-Kasımî, Islahu’l-Mesâcid, s.50; Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, 439-440).

Bir kısım alimler ise, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîn döneminde böyle bir namaz bulunmadığından hareketle, zuhr-i ahir kılmayı bidat kabul etmişlerdir (Azim Abâdî, Avnü’l- Ma’bûd, III/397,406; Reşid Rıza, Fetâvâ, I/199-200,301-305; III/941; IV/1551, 1591; VI/2521).

C. Delillerin Değerlendirilmesi
Zuhr-i ahirle ilgili olarak tarafların ileri sürdükleri görüşlerin delilleri göz önünde bulundurulduğunda, bu namazı kılmanın gerekli olmadığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Hz. Peygamber zamanında Cuma namazının sadece bir yerde kılınmış olması, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınamayacağı anlamına gelmez. Zira o dönemde böyle bir ihtiyaç söz konusu değildi. Ayrıca yeni inen ayetleri Hz. Peygamber’in ağzından işitme iştiyakı içinde bulunan sahabenin, başka bir yerde Cuma namazı kılmalarını düşünmek mümkün değildir.

Bir yerleşim biriminde bir yerde Cuma namazı kılınmaması sebebiyle Cumanın sahih olmayacağını söyleyen müçtehitlerin tamamı, ihtiyaç halinde birden fazla yerde cumanın kılınabileceğini kabul etmişlerdir. Nitekim, İmam Şafiî Bağdat’a gittiğinde birden fazla yerde Cuma namazı kılındığını gördüğü halde, buna karşı çıkmamıştır (Nevevî, Mecmû, IV/452; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/544). Günümüzde ise, çoğunlukla bir yerleşim biriminde tek camide Cuma namazı kılınması mümkün olmadığından birden fazla yerde Cuma namazı kılınması kaçınılmaz olmuştur.

İbadetlerde aslolan, kabul edilmesidir. Hz. Peygamber Yüce Allâh’ın, “Ben kulumun benim hakkımdaki zannına göre muamele ederim.” buyurduğunu bildirmektedir (Müslim, Zikir, 1; Tirmizî, Zühd, 51). Başka bir hadislerinde de, “Ameller niyetlere göredir.” buyurmuşlardır (Buharî, Bed’ü’l-vahy, 1). Bu itibarla Cuma namazının kabul olunacağına inanarak kılınması ve bunda şüpheye düşülmemesi gerekir.

Diğer taraftan zuhr-i ahir namazının ihtiyat sebebiyle kılındığını ileri sürmek, sağlam bir temele dayanmamaktadır. Zira, ihtiyat iki delilden kuvvetli olanı tercih etmektir. Halbuki, Cuma namazının farz olduğunu ifade eden ayet ve hadislere karşı, birden fazla yerde kılınmasının caiz olmayacağı konusunda bir delil bulunmamaktadır. Bir yerde kılınması şartını ileri sürenlerin, ihtiyaç bulunduğunda kılınabileceğini belirtmeleri de bunu göstermektedir.

Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de, “Allâh bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar” (Bakara 2/286); “Allâh dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi.” (Hac 22/78) buyrulmaktadır. 
Diğer taraftan ihtiyat, bir faydaya dayalı olmalıdır. Oysa, zuhr-i ahirin kılınması gerektiğini söylemek, insanların Cuma’dan sonra kılınacak sünneti terk etmelerine sebep olmaktadır. Farzdan sonra sünnet namazdan başka bir namaz olmadığı anlatılır ve uygulama da buna göre olursa, bu sünneti yerine getirenlerin sayısı artacaktır. Asıl ihtiyat, Allâh ve Rasulü Müslüman’ları ne ile sorumlu kılmış ise onları yerine getirmek, buna bir şeyi ilave etmemektir.

III. SONUÇ
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında;
1. İki rekat olan Cuma namazının farziyetinin Kitap, sünnet ve icma ile sabit olduğuna, sıhhat şartlarından olan hutbenin Cuma namazının farzından önce okunması gerektiğine,
2. Cuma namazının farzından önce ve sonra, Hz. Peygamber’in nafile olarak namaz kıldığı sabit olduğundan, Cuma’dan önce ve sonra nafile namaz kılmanın sünnet olduğuna, bu nafile namazların dördü farzdan önce, dördü de sonra olmak üzere toplam sekiz rekat kılınmasının uygun olacağına,
3. Cuma namazının kadın, hasta, yolcu, hürriyeti kısıtlı ve cemaate katılamayacak derecede mazereti olanlara farz olmadığına, bununla birlikte kılmaları halinde namazlarının geçerli olup, ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmediğine,
4. İmamla birlikte en az dört kişinin bulunduğu mezra, köy, belde, şehir gibi büyük veya küçük tüm yerleşim birimlerinde Cuma namazının kılınması gerektiğine,
5. Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınabileceğine, bu sebeple zuhr-i ahir namazının kılınmasına gerek olmadığına,
6. Zuhr-i ahir namazını kılmak isteyenlere ise mani olunmasının uygun olmayacağına,
Karar verildi.
Zonguldak Devrek ilçesinde bir avlu içinde birbirine 1.5 m yakınlıkta yan yana iki cami bulunduğu; bunlardan dernek tarafından yaptırılmış olan Ulu Cami’nin, mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait Tekke camiinin iki katından daha büyük, kubbeli ve muhkem bir bina olduğu; Ulu caminin kıble cihetinde bulunan Tekke camiinin ise mail-i inhidam durumda bulunduğuna dair resmi rapor bulunduğu ve cuma, bayram, teravih dahil, bütün namazların her iki camide aynı anda, ayrı cemaatler halinde kılınmakta olduğu özellikle cuma, bayram ve teravih gibi cemaatin kalabalık olduğu zamanlarda kargaşalığa yol açan bu duruma bir çözüm bulunması gerektiği ifade olunmaktadır.

Bilindiği üzere cuma namazı ancak cemaatle kılınır ve meşru oluşunun en önemli sebeplerinden biri de, belli bir çevrede bulunan Müslümanların, haftada bir defa olsun, bir araya gelmelerini, görüşüp kaynaşmalarını sağlamaktır. Bu ise, cuma namazının küçük cemaatler halinde ayrı ayrı yerlerde kılınmasıyla değil; bir bölgede mümkün olduğu kadar tek bir yerde toplanılmasıyla gerçekleşir. Esasen, cuma kelimesi, “cemaat” kelimesiyle ilgilidir. Cemaat ise belli bir amaç etrafında birleşen kalabalık insan topluluğu demektir. Bu sebeple,

Asr-ı seadette ve “Hülefa-i râşidîn” denilen dört halife devrinde; şehir olsun köy olsun, bir yerleşme merkezinde cuma namazı bir tek yerde kılınmıştır. Zamanla, yerleşim merkezleri büyüyüp, bütün şehir halkının aynı yerde toplanması zorlaştığından, hatta çoğu kerre mümkün olmadığından, ihtiyaca göre aynı şehirde müteaddit yerlerde cuma kılınması da caiz görülmüştür.

Ancak bu cevaz, yan yana bulunan iki camide ayrı ayrı cemaatlerin cuma namazı kılmaları için değil; geniş bir yerleşim bölgesinde bütün cemaatin tek bir yerde toplanmanın zorluğu ve caminin cemaate yetmemesi gibi sebeplere dayanmaktadır. Nitekim Şafii mezhebinde, ihtiyaç ve zaruret bulunmadıkça, bir şehirde birden çok yerde cuma namazı kılmak caiz olmadığı gibi, Hanefi mezhebinde de cuma namazının sıhhatinin şartlarından sayılmamakla beraber,- mümkün olduğu takdirde cuma namazının tek bir yerde kılınması efdal sayılmıştır.
Bu duruma göre:

a) Yukarıda sözü edilen ve aralarında 1.5 m mesafe bulunan iki caminin birleştirilerek tek cami haline getirilmesi;
b) Birleştirme mümkün olmadığı veya geciktiği takdirde cuma ve bayram namazlarının, bu camilerden sadece büyük camide kıldırılması; gerektiği mütalaası ile keyfiyetin Başkanlık Makamına arzına karar verildi.

Cuma namazının geçerli olabilmesi için; namazdan önce hutbe okunması, namazın öğle vaktinde kılınması, imam dahil en az dört kişinin bulunması ve müftülüklerden izin alınması gibi gerekli şartların oluşması halinde AVM, cezaevi, okul vb. mekanlarda Cuma namazı kılınabilir.


Cuma namazı, farziyyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabit olan ve hutbeyi de ihtiva eden iki rekatlı, cemaatle kılınan bir namaz olup İslam’ın sembol ibadetlerinden birisidir. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allâh’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” buyurmaktadır (Cuma, 62/9-10). Hz. Peygamber (as) de Medine’ye hicret ettikten sonra Cuma namazını kılarak gerek kavlî gerekse fiilî sünneti ile Cuma namazının sağlıklı, hür, mukim erkeklere farz-ı ayn bir ibadet olduğunu beyan etmiştir.


Hz. Peygamber’in Cuma namazı ile ilgili uygulamalarına bakıldığında şu hususların öne çıktığı görülür:

Medine’de irili ufaklı başka mescitler bulunmasına rağmen Cuma namazı sadece Mescid-i Nebevî’de kılınmıştır (Buhârî, “Cumʽa”, 11). Namaz, aynı zamanda devlet başkanı olan Hz. Peygamber tarafından kıldırılmıştır. Öğle namazı vaktinde, yani güneşin göğün ortasından batıya kaydığı (zevâl) vakitte kılınmıştır (Buhârî, “Cumʽa”, 16). Namaz öncesinde cemaat huzurunda hutbe okunmuştur (Buhârî, “Cumʽa”, 27) Herkesin girebildiği ve iştirak edebildiği mescitte cemaat halinde kılınmıştır (Buhârî, “Cumʽa”, 27).


Hz. Peygamber’in Cuma namazındaki uygulamaları ve yukarıdaki âyet-i kerimde yer alan bazı lafızların ( فاسعوا الى ذكرلله، فانتشروا ) delâletinin kapsamı, fakihler tarafından Cuma

namazının gerek vücûbu gerekse sıhhatı için oluşması gereken şartlar hususunda farklı

şekilde yorumlanmıştır. Medine içinde ve kırsalında başka mescitler olmasına rağmen

namazın sadece Mescid-i Nebevî’de daima cemaatle kılınması, namazın şehir sayılan

bir yerde, cemaatle ve herkese açık tek bir mekanda kılınması gerektiğine delil sayılmış,

Hz. Peygamber ve sonrasında devlet ricali tarafından kıldırılmış olması da namazın

geçerli olmasının bir şartı olarak görülmüştür. (Cessâs, Şerhu Muhtasarı’t-Tahâvî, II,

122-135)

Sahabe neslini de içine alacak ilk yüzyılda Cuma namazının geçerli olması için yukarıdaki zikredilen şartlar tahakkuk ederken sonraki dönemlerde Bağdat örneğinde olduğu gibi şehirlerin büyümesi ile namazı tek bir yerde kılma imkânı kalmamıştır. Bu ve benzeri bazı şartların tahakkuk etmemesi, fakihler arasında namazın geçerli olup olmadığı tartışmasını beraberinde getirmiş (eş-Şâfiî, el-Ümm, II/384-385),

Cuma namazının bereketinden mahrum kalmamak için daha esnek yorumlar yapılmaya başlamıştır. Bu bağlamda bir şehirde birden fazla mekanda Cuma namazı kılınmasının caiz olduğu (Cessâs, Şerhu Muhtasarı’t-Tahâvî, II, 135; Kâsânî, Bedâ’iʽ, I, 260; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 15-16; İbn Hazm, el-Muhallâ, V, 49) , şehirde Cuma namazı kılacakların iktifa edebileceği kadar herkese açık mescit varsa umuma açık olmayan yerlerde de Cuma namazı kılınabileceği (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 25-26), devlet ricalinin kıldırmadığı yerlerde cemaatin kendi içinden razı olduğu birini imam seçebileceği gibi yorumları (Kâsânî, Bedâ’iʽ, I, 261) bu minvalde saymak mümkündür.


Müslümanların birliğine ve İslam’ın hikmetli buyruklarını öğrenmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu günümüzde, İslam’ın şeârinden sayılan Cuma namazının önemi daha da artmış, bu ihtiyaç Cuma namazının geçerli olabilmesi için şart görülen bazı hususlarda biraz daha esnek yorumlar yapılmasını iktiza etmiştir. Bu bağlamda Diyanet İşleri Reisliği’ne bağlı Heyet-i Müşâvere 1933 yılında aldığı 190 numaralı kararla “ufak bir köyde bu farzı yerine getirecek bir cemaat bulunur ve ” müsaade için müracaat edilirse onlara izin verilmesi” gerektiğini belirtmiştir.

Din İşleri Yüksek Kurulu ise 2002 yılında aynı minvalde bir karar alarak, “farzı eda edecek sayıda cemaatin bulunduğu mezra, köy, belde, şehir gibi büyük veya küçük tüm yerleşim birimlerinde kılınan Cuma namazı sahih olduğunu” beyan etmiştir. Yine bu bağlamda “Yakında uygun caminin bulunmaması ve camide kılınması sebebiyle eğitim öğretimin aksaması halinde ilgili müftülüğün mekânı inceleyerek izin vermesi kaydıyla okul spor salonlarında cuma namazının kılınabileceği” (14/10/2014 tarihli Dini Soruları Cevaplandırma Komisyon Cevabı), ceza ve tutukevi yönetiminin imkân sağlaması halinde ve yine yetkili mercilerin izin vermesi halinde işyerlerinde Cuma namazı kılınabileceğine hükmedilmiştir (04/09/2013 tarihli Dini Soruları Cevaplandırma Komisyon Cevabı ve 271, 281 nolu standart cevaplar).

Müslümanların azınlıkta yaşadığı toplumlarda söz konusu şartları yerine getirmek daha zor hale geldiği için bazı durumlarda daha geniş yorumları tatbik etme zarureti ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Cuma namazının Hanbelî mezhebindeki (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 159-160; İbn Müflih, el-Mubdiʽ, 2/145) bir görüşe dayanarak zevâl vaktinden önce, Mâlikî mezhebindeki (Karâfî, ez-Zehîra, II, 331)

bir görüşü esas alarak da ikindi vaktinde kılınabileceği (Avrupa Fetva Meclisi III dönem toplantısı 4 nolu karar), mekan darlığı sebebiyle tek bir camide Cuma namazının farklı bir cemaatle tekrar kılınabileceği (Mısır Fetva Meclisi, 07.08.2001 tarihli 2186 no’lu fetva) ve Cuma namazı kılmak için müftülük gibi bir otoritenin bulunmadığı yerlerde cemaat içinden birinin imameti ile namaz kılınabileceği yönünde (Kâsânî, Bedâ’iʽ, I, 261) yapılan yorumlar bunlardan bazılarıdır.

Müslümanların, Cuma namazının getirdiği bereketten mahrum olmaması için söz konusu şartların daha geniş bir şekilde yorumlanması, özellikle de günümüzde ve Müslümanların azınlık halinde yaşadığı bölgelerde zaruri bir hal almıştır. Buna binaen fakihlerin Cuma namazının geçerli olması için şart saydıkları hususlar ideal bir Cuma namazı için gerekli olsa da günümüzde bu şartlardan bazılarının tamamen ya da kâmil bir şekilde oluşmadığı durumlarda;

namazdan önce hutbe okunması ve cemaat denilebilecek sayıda kişi ile kılınması gibi temel unsurlarının bulunması halinde Cuma namazının geçerli olduğunu söylemek gerekir.

Bu bağlamda Cuma namazının, şeâirden olduğunu hissettirecek şekilde büyük camilerde kılınması esas olsa da devlet başkanının (sultanın/imamın) ve başkanın yetkili kıldığı müftülüklerden izin alındığı takdirde ticaret merkezlerinde, cezaevlerinde ve okullarda kılınması da caizdir.

Din İşleri Yüksek Kurulu, 18.03.2020 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Ekrem Keleş’in başkanlığında toplandı. 16.03.2020 tarihinde hazırlanan “Yeni Tip Koronavirüs (COVİD 19) Salgını Sebebiyle Cuma Namazı ile Vakit Namazlarının Cemaatle Kılınmasına Ara Verilmesi” konulu aşağıdaki metin müzakere edildi.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından küresel bir salgın olarak ilan edilen, henüz tedavisi bulunamayan ve bu nedenle binlerce kişinin ölümüne sebep olan Yeni Tip Koronavirüs (COVİD 19) salgını sebebiyle Cuma namazının yanı sıra vakit namazlarının da cemaatle kılınması hususu yetkili mercilerin verdiği bilgiler çerçevesinde ele alındı. Buna göre

  • Yeni tip koronavirüs, bulunduğu ortamda insandan insana hızlı bir şekilde yayılarak çok kısa sürede salgın haline gelmekte;

  • Virüs ilk bulaştığı anda fark edilemediğinden hastalığı taşıyan kişiler, aynı ortamda bulunan diğer insanlar için büyük bir tehlike oluşturmakta;

  • İnsanların toplu halde bulundukları mekânlar, söz konusu virüsün yayılması için oldukça uygun bir ortam oluşturup hastalığın salgın hale gelmesinde yüksek risk taşımaktadır.

Ülkemizde vaka sayısının artmaya başlamasıyla birlikte, kamu otoritesi tarafından, tedbir olarak insanların bir araya geldiği organizasyonlar iptal edilmiş ve toplu olarak bulunulan birçok mekânın da kapatılmasına karar verilmiştir. Yaşanan bu olağanüstü durum dikkate alındığında câmi ve mescitlerde, namazların cemaatle kılınmaya devam edilmesi halinde virüsün yayılma riskinin artabileceği anlaşılmaktadır.

Bu itibarla temel gayelerinden biri de insan hayatını korumak olan İslam dini, insanların hayatını riske atacak uygulamalara asla cevaz vermez. Nitekim Peygamber Efendimiz; “Bir yerde veba hastalığı çıktığını duyarsanız oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde veba hastalığı çıkarsa o bölgeden de ayrılmayınız” buyurarak karantina uygulamasına dikkat çekmiş; “Bulaşıcı hastalık taşıyan kişi, sağlam kişinin yanına gitmesin” buyurarak salgın hastalıklara karşı tedbirli olmanın gereğini vurgulamıştır. Dolayısıyla hastalığın yayılma tehlikesi ortadan kalkıncaya kadar Cuma namazı başta olmak üzere cami ve mescitlerde cemaatle namaza ara verilmesi gerekli hale gelmiştir. Bu süreçte cuma namazı yerine münferiden öğle namazlarının kılınması, İslam’ın şiârı olan ezanların okunmaya devam edilmesi ve gerekli tedbirler alınarak camilerin münferiden namaz kılmak isteyenler için açık bulundurulmasının uygun olacağına karar verilmiştir.

GEREKÇE:

İslam dini insanın huzur ve güven içerisinde yaşayıp kulluğunun gereklerini yerine getirebilmesi için uyulması gereken temel ilkeler koymuştur. İslam âlimleri de bu doğrultuda can, din, nesil, akıl ve mal şeklinde sıralanan (zaruriyyâtı hamse) beş değerin korunmasını insan ve toplum için hayati derecede vazgeçilmez görmüşlerdir.

Dini koruma ilkesi, dinin emir ve yasaklarına uyulmasını gerektirirken; canın korunması ilkesi öncelikli olarak hayat hakkının dokunulmazlığını ve hayatı sonlandıracak tehlikelerin bertaraf edilmesini gerektirmektedir. Buna göre Müslüman, bir taraftan kulluğunun gereklerini (ibadet) yerine getirmekle yükümlüyken diğer taraftan da gerek kendisinin gerekse başkasının hayatını korumak için tedbirler almakla sorumlu tutulmuştur. Bilindiği üzere bir kısım ibadetlerin ifasında da sağlıklı olmak temel şart olarak görülmüştür.

Dinimiz, insan hayatının dokunulmazlığını koruma altına almış ve buna zarar verecek unsurların ortadan kaldırılmasını emretmiştir. Sağlığın korunması için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalandıktan sonra da tedavi olunmasının gerekliliği de bu esas üzerine bina edilmiştir. Her hastalığın mutlaka şifasının da yaratıldığını bildiren (Buhârî Tıp, 1; Müslim, Selâm 26/69) Hz. Peygamber (s.a.s.) ayrıca “Tedavi olun ey Allah’ın kulları!” (İbn Mâce, Tıp, 1) buyurarak tedavinin önemine de dikkat çekmiştir. Buna göre, öncelikle sağlıklı yaşamak ve hastalıklara zemin hazırlamamak için önleyici tedbirlere başvurulmalı, hastalanınca da tedavi olunmalıdır.

Bunun yanında gerek birey gerekse toplum olarak sağlık risklerine karşı dikkatli olunması ve özellikle de bulaşıcı hastalıklara karşı gereken tedbirlerin alınması da dinimizin bir gereğidir. Nitekim Allah Resülü (s.a.s.), bu bağlamda bulaşıcı hastalıkların yayılmasını engelleme amacına matuf olarak “Bir yerde salgın hastalık çıktığını duyarsanız oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde salgın hastalık çıkarsa o bölgeden de ayrılmayınız” buyurarak (Buhârî, Tıp 30; Müslim, Selâm 32/92-96.). karantina uygulamasına dikkat çekmiştir. Bir diğer hadis-i şerifinde de “Bulaşıcı hastalık taşıyanın sağlamla aynı ortamda bulunmasını engelleyiniz” (Buhâri, Tıp, 53) buyurarak salgın hastalığa karşı tedbirli ve ihtiyatlı bir yol takip edilmesini vurgulamıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu hassasiyeti onun eylemlerine de yansımıştır. Nitekim kendisine bağlılıklarını bildirmek

üzere gelen bir heyet içerisinde bulaşıcı hastalığı olan bir kimsenin bulunduğunu öğrenince onunla musafaha etmeyip “Biz senin biatini kabul ettik, evine dönebilirsin” (Müslim, Selâm, 36/126) şeklinde mukabelede bulunarak bulaşıcı hastalığa maruz kalanlarla yakın temastan uzak durmuştur.

Hz. Peygamber’de (s.a.s.) görülen bu duyarlılık Sahabe uygulamasına da yansımıştır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) Şam’a giderken orada salgın hastalık bulunduğunu haber alınca yaptığı istişareler sonucunda tedbir amacıyla geri dönmeye karar vermiştir. Bunun üzerine kendisine “Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye soranlara “Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz.” (Buhârî, Tıp, 30; Müslim, Selâm 32/98) cevabını vererek Allah’ın kudretinin her şeyi kuşattığını vurgulayıp insana düşenin tedbir almak olduğuna işaret etmiştir. Aynı şekilde sahâbî Amr b. Âs’ın da bu minvalde bir uygulama yaptığı, Hz. Ömer’in de bunu onayladığı kaynaklarda yer almaktadır (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VII, 79).

Konuyla ilgili olarak “Daha büyük zararı önlemek için küçük zarar tahammül edilir” kaidesi ile ölüm riski taşıyan salgına nispetle cemaatle namaza bir süre ara vermenin uygun olacağı sonucuna varılabilir. Bu bağlamda salgın hastalığından daha hafif sayılabilecek olan şiddetli yağmur durumunda da cemaatle namaza ara verme uygulamaları söz konusu olmuştur. Nitekim Abdullah b. Abbas, yağmurlu bir günde müezzine “Namazlarınızı evlerinizde kılın!” ilanını yapmasını emretmiştir. Bu uygulama insanlar tarafından yadırganır gibi olunca “Bunu benden daha hayırlı olan Rasûlullah (s.a.s) yaptı…” cevabını vermiştir. (bkz. Buhârî, Cuma, 14) Bu hadisten olağanüstü durumlarda cemaatle namaza ara verilebileceği anlaşılmaktadır.

Bu bağlamda, sağlık otoritelerince “küresel salgın” olarak ilan edilen bir hastalık zuhur edince hem kişi hem toplum sağlığını tehlikeye maruz bırakmamak ve bu yolla İslam’ın vazgeçilemez değerde gördüğü “hayatı korumak” ilkesini gerçekleştirmek amacıyla söz konusu salgın geçinceye kadar cemaatle namaza ve Cuma namazlarına katılmayı ertelemek kaçınılmaz olacaktır. Zira toplu halde eda edilen bu ibadetlere katılmak için sağlıklı olmanın yanında başkasının sağlığını da tehlikeye atmama dinimizde temel bir duyarlılık olarak kabul edilmiştir (Buhârî, Ezan, 160; Müslim, Mesâcid, 17/68-77; Ebû Davud, Salât, 217). Hz. Peygamberin (s.a.s) “İslâm’da zarar vermek de zarara zararla karşılık vermek de yoktur” (Muvaṭṭa, Aḳdıye, 31; Müsned, I, 313; İbn Mâce, Ahkâm, 17) buyruğu da bunu gerektirmektedir.

Bulaşıcı hastalık tehlikesinin bütün bir toplumu ve hatta insanlığı tehdit eden küresel bir boyut kazanması durumunda kamu otoritesinin toplu alanlarda bulunmayı ve toplu faaliyet yapmayı yasaklama yetkisi yanında toplu ibadet yapmayı da geçici olarak erteleme yetkisi vardır. İslam’ın “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” (Bakara 2/195); “Kendinizi öldürmeyin!” (Nisâ 4/29) buyrukları doğrultusunda, yetkili mercilerin bu kararına uymak gerekir.

Din İşleri Yüksek Kurulu, 01.04.2020 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Ekrem KELEŞ’in başkanlığında toplandı. “Cuma Namazlarının Evde Kılınması ve Başka Yerde Kılınan Cuma Namazına Televizyon ya da İnternet Aracılığıyla uyulmasının Hükmü” konulu metin müzakere edildi.
KARAR
İslam’ın şiarlarından sayılan Cuma namazı, cemaatle camide veya açık alanda kılınması gereken temel bir ibadettir. Bu namazın, özel hanelerde kılınması caiz değildir. Evlerde kılınan bir namaz Cuma namazı olarak geçerlilik kazanmaz.
Cuma namazı da dâhil olmak üzere cemaatle kılınan namazlarda imam ile ona uyanların hakikaten veya hükmen aynı mekânda bulunması şart olduğundan televizyon, internet vb araçlarla yayınlanan namazlara başka yerlerden uyulması da caiz değildir. Bu sebeple imamın namaz kıldırdığı mekânın hakikaten ya da hükmen dışında olan başka bir mahalde bulunan bir kimsenin o imama uyarak namaz kılması durumunda bu namaz geçerli olmaz.
GEREKÇE
Cuma namazı, akıl sağlığı yerinde ve ergenlik çağına erişmiş sağlıklı, hür ve mukim (misafir olmayan) erkeklere farz olan bir ibadettir. Bu namaz aynı zamanda İslam’ın şiarlarından yani saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve sembollerinden biridir. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” buyurmaktadır (Cuma, 62/9-10).

Bütün ibadetlerde olduğu gibi İslam dininin temel ibadetlerinden biri olan Cuma namazı da Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından uygulanıp öğretildiği biçimiyle eda edilir. Çünkü ibadetler gerek şartları ve rükünleri gerek eda ediliş şekilleri açısından aklın alanına girmeyen, hikmetleri hakkında bazı yorumlar yapılabilse de içerik ve gerekçeleri akıl ile tam olarak kavranamayan (taabbüdî) hükümlerdir.
Bu bağlamda yukarıdaki ayetin nüzulünden ve Hz. Peygamber’in kıldırdığı ilk Cuma namazından itibaren bu önemli dinî şiarla ilgili olarak şu noktaların öne çıktığı görülmektedir:

1. Yukarıda meâli verilen ayet-i kerimede bütün müminlere hitaben Cuma namazı için çağırılmaktan ve işi-gücü bırakıp çağrının yapıldığı yere sür’atle gidip Allah’ı anmaktan bahsedilmektedir ki, bu, söz konusu namazın evin dışında ve herkesin gelebileceği bir yerde kılınacağı anlamına gelmektedir.

2. Hz. Peygamber (s.a.s) bu namazı her zaman bir namazgâhta veya bir mescitte kıldırmıştır. Ondan sonraki sahabe-i kiram döneminde ve günümüze gelinceye kadar bütün tarih boyunca da camilerde ve namazgâhlarda kılınagelmiştir. (bkz. Şevkânî, Neylü’l-evtâr, Kahire 1993, III, 269-277).

3. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerek Hz. Peygamber’in sünnetinde diğer farz namazlarla ilgili olarak belli bir çağrıyı duyup hemen ona icabet etmekten bahsedilmemiş, aksine vakti girdiğinde kılınması gerektiği söylenilmekle yetinilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber “Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı. Onun için ümmetimden birine namaz vakti nerede gelirse hemen oracıkta namazını kılıversin!” (Buhârî, Teyemmüm, 1; Müslim, Mesâcid, 5) buyurarak beş vakit namazın her yerde kılınabileceğini açıkça ifade etmiştir. Fakat Cuma namazı böyle değildir. Bu, bir ezana/çağrıya bağlı olarak orada bulunup kendisine bu namazı kılmanın farz olduğu herkesin katılımıyla bir yerde ve topluca eda edilen bir namazdır.

4. Birçok hadis-i şerifte “cumaya gitmekten”, “cumaya iştirak etmek için evinden çıkmaktan”, “cemaate katılmaktan”, “Cuma günü olduğu zaman mescidin kapısı yanında meleklerin durup, gelenleri öncelik sırasıyla yazmalarından”, Cuma namazı için mescide girildiğinde “tahiyyetü’l-mescid namazı kılmaktan”, Cuma için çıkılacağında “güzel elbiseler giymekten”, “güzel kokular sürmekten”, “mescide erken gitmekten” bahsedilmektedir ki, bunların her biri bu sembol ibadetin evde değil herkese açık olan bir mekânda yani musallâ/namazgâh veya camide eda edileceğini göstermektedir.
Bu hükmü içeren hadis-i şeriflerden bir kısmı şöyledir:

Cuma günü olduğu zaman mescidin kapısı yanında melekler durur, gelenleri öncelik sırasıyla yazarlar. Erken gelenin konumu bir deve kurban eden kimse gibidir. Ondan sonraki bir sığır kurban eden gibi; ondan sonraki bir koç kurban eden gibi; ondan sonraki bir tavuk sonraki de bir yumurta tasadduk eden; gibidir. İmam hutbeye çıkınca melekler sayfaları kapatıp zikri dinlerler.” (Buhârî, Cuma, 31; Müslim, Cuma, 10, 24).
Bir kimse Cuma günü yıkanıp elinden geldiğince temizlenir, evinde bulunan kremden veya kokudan sürünür, sonra evinden çıkıp cemaate katılır ve camide yan yana oturan iki kimsenin arasını yarmaz, omuzuna basmaz daha sonra ona takdir olunduğu kadar namaz kılar, sonra da imam hutbeye başlayınca namaz sonuna kadar sükût ederse, kuşku yok ki, o Cuma ile öteki Cuma arasındaki günahları bağışlanır.” (Buhârî, Cuma, 6; Ebû Dâvûd, Taharet, 343; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât, 83).

5. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Cuma namazına gitmek ergenlik çağına ulaşan her kimseye farzdır” (Ebû Dâvûd, Taharet, 342; Nesâî, Cuma, 3) buyurup ardından “Ancak köle, kadın, çocuk ve hasta bundan müstesnadır” demesi (Ebû Dâvûd, Tefrî Ebvâbi’l-Cum’a, 9; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, No: 5578), bu ibadetin ev dışında yine umumi bir mekânda eda edileceğine ve evde bulunan kadın, çocuk, hizmetçi ve hastalara farz olmadığına delalet etmektedir.

6. Cuma namazı tarih boyunca hep camilerde veya musallalarda kılınmış, bütün mezhepleriyle İslam âlimlerinin baskın çoğunluğu bu hüküm üzerinde ittifak etmiştir. Bir başka ifadeyle İslam âlimleri Hz. Peygamber ve sahabe uygulamasından hareketle Cuma namazının, cemaatle ve herkese açık bir mekânda kılınması gerektiği sonucunu çıkarmışlardır (Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, II, 23; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire 2004, I, 167 vd.; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Beyrut 1992, II, 136-140; 151-152).

7. Tarih boyunca zaman zaman baş gösteren veba vb bulaşıcı hastalıkların yaygın olduğu ve adeta pandemik bir boyut kazandığı dönemlerde karantina uygulamaları sebebiyle sokaklar boşalmış ve camilerde cemaatle namaz kılınamaz duruma gelindiğinde fakihler evlerde Cuma namazı kılınabileceği fetvası vermemişlerdir. Mesela Hicretin 18. yılında Şam-Filistin bölgesinde Amvâs vebası denen bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkmış ve içlerinde o bölgede görev yapmakta olan büyük sahabîlerin de bulunduğu yirmi beş bin kişinin vefat etmesine sebep olmuştu. İşte bu vefatlardan sonra oraya tayin edilen Amr b. el-Âs (r.a.) hastalık riski taşıyanları toplumdan uzaklaştırarak dağlarda karantina tedbirleri almış ama Cuma namazlarının tek tek evlerde kılınabileceğinden söz etmemiştir (Taberî, Tarih, Beyrut 1387, IV, 101; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, Beyrut 1992, IV, 248). Aynı şekilde 827/1424 yılında Mekke-i Mükerreme’yi de kuşatan salgında camiler cemaatsiz kalmış, imamlar görev yapamamış ama evlerde Cuma kılınması gündeme gelmemiştir (İbn Hacer, İnbâü’l-ğumr, Beyrut 1986, III, 326). 1812 yılında İstanbul’da baş gösteren ve binlerce kişinin ölümüne sebep olan veba salgınından sonra pek çok konuda Şeyhulislâm Mekkîzâde Âsım Efendi’den (ö. 1262/1846) fetva alınmasına rağmen kılınamayan ya da karantina sebebiyle camide kılamayan kişiler için evlerde Cuma kılınmasına dair bir fetva söz konusu olmamıştır (“Karantina”, DİA, XXIV, 463-465). Zira Cuma namazının ancak genel mescidlerde veya bunun için belirlenmiş olan alanlarda herkesin iştirakiyle kılınması gerektiği yönündeki genel kanaat, zaten bunun gündeme gelmesine engel olmuştur (Cassas, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî, Medine 2010, II, 134; Merğînânî, el-Hidâye, Beyrut ts. (Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî), I, 82; Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, Beyrut 1994, I, 543; Karâfî, ez-Zehîra, Beyrut 1994, II, 335; Sâvî, Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağir, Kahire ts. (Dâru’l-Meârif), I, 499-500).

8. Cuma namazı için gerekli olan asgari cemaat sayısında ihtilaf edilmekle birlikte (ki bu sayı Hanefîlere göre imam dışında 3, Mâlikîlerde 12 ve Şâfiîler ile Hanbelîlerde 40 kişidir), bu sayının tamamının, kendilerine Cuma farz kılınan (Hanefilere göre en azından cemaate imamlık yapmaya elverişli) kişilerden oluşması gerektiği, aksi halde kılınan Cuma namazının geçerli olmayacağı hususunda ittifak bulunmaktadır (Merğînânî, el-Hidâye, I, 83; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 151; Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, I, 545-6; Sâvî, Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağîr, I, 497). İslam âlimlerinin bu ortak kanaati de bu namazın ancak herkese açık olan camilerde kılınabileceği sonucunu vermektedir.

9. Cuma namazının farz kılınış hikmetlerinden biri de bir mahalde meskûn olan müminlerin haftada bir kez bir araya gelip birbirlerinden ve kendilerini ilgilendiren meselelerden haberdar olmalarını ve sorunlarına çözüm üretmelerini sağlamaktır. Bu bağlamda sadece Cuma kelimesinin manası ve hikmeti düşünüldüğünde bile bunun evde kılınmasının caiz ve mümkün olmayacağı anlaşılmış olur.
Bütün bu delil ve yaklaşımlar, İslam’ın somut toplumsal sembollerinden biri olan Cuma namazının evlerde kılınamayacağını, aksine genel çağrıya binaen herkesin katılabileceği camilerde veya musallalarda ya da açık alanlarda kılınması gerektiğini göstermektedir.
Cuma ve cemaatle namazın internet, televizyon vb. iletişim araçları ile başka bir mekândaki imama uyularak kılınması meselesine gelince; fakihlerin yine Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe-i kiram (r.a.) uygulamalarına dayanarak ulaştıkları ortak kabule göre cemaatle namaz kılınabilmesi için imam ile cemaatin aynı mekânda bulunmaları gerekir. Asr-ı saadetten itibaren yerleşik uygulama bu yöndedir. Esasen “bir imama uyan cemaat” mefhumu da bunu yani mekân birlikteliğini ve birbirlerinden haberdar olmayı gerektirmektedir. Namazların cemaatle kılınmasının hikmeti, Müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, aralarında sevgi ve yardımlaşmanın yerleşmesini ve ibadetlerini birliktelik ruhuyla ve severek yapmalarını sağlama amacına yöneliktir. Hz. Peygamber bu sebeplerle namazların cemaatle kılınmasını teşvik etmiş ve cemaate gitmek için atılacak her adımın mükâfatlandırılacağını bildirmiştir (Buhârî, Ezan, 30; Mesacid, 53; Ebû Dâvûd, Salat, 47, 49). Diğer taraftan “cemaatin” ancak iki kişinin yan yana gelmesiyle oluşabileceği de yine Hz. Peygamber tarafından beyan edilmiştir (Buhârî, Ezân, 35; Nesâî, İmâmet, 43-45). Nitekim o “İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi, bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (Buhârî, Ezan, 9, 32; Müslim, Salat, 129) buyurarak da cemaatin, ona katılan herkesin bir arada imamla birlikte bulunması suretiyle oluştuğuna işaret etmiştir. Şu hadis-i şerif de aynı gerçeğe vurgu yapmaktadır: “Kişinin cemaat ile kıldığı namaz, evinde veya çarşıda kıldığı namazdan yirmi beş derece daha faziletlidir. Bu fazilet şu şekilde gerçekleşir: Biriniz güzelce abdest alır sırf namaz kılmak için camiye gelirse, camiye varıncaya kadar attığı her adım için bir sevap verilir ve bir günahı silinir. Camiye girdiği zaman namaz için beklediği sürece namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Melekler bu kimseye dua ederler. Kimseye eziyet etmediği ve abdesti bozulmadığı sürece; ‘Allah’ım! Bu kulunu bağışla, ona merhamet et ve tövbesini kabul et’ diye dua ederler.” (Ebû Dâvûd, Salât, 49).
İşte bu gerekçelerle, imamın namaz kıldırdığı mekân dışında bulunan bir kimse imama uymaya niyet ederek namazını kılsa bu namaz geçerli olmaz. Nitekim imam ile cemaat arasından geçen bir nehir veya genişçe bir yol da İslam âlimlerince cemaatin imama uymasına engel sayılmıştır (İbn Nüceym, el-Bahr, Kahire 1311, I, 384; II, 127; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, Bulak 1310, I, 87). Buna göre internet, televizyon ve radyo aracılığı ile başka bir mekândaki imama uymaya niyet etmekle mekân birliği gerçekleşmiş olmayacağından ve “cemaat” mefhumu oluşmayacağından bu şekilde kılınan namaz geçerli değildir.
Sonuç olarak, ibadetler eda edilirken Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de belirtilen bütün kural ve uygulamalara riayet etmek gerekir. İbadetlerde ekleme ve çıkarmanın yanında şekil ve eda etme biçimlerini değiştirmek de doğru değildir.

Cuma namazına gitmemeyi mazur kılan durumlardan biri de hastalıktır. Cuma namazına gittiği takdirde hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimse cuma namazı kılmakla yükümlü olmaz.

Ürostomide cuma namazına katılmakla hastalığın artıp azalmasıyla doğrudan bir ilişki olmadığı için ürostomi hastalarının cuma namazına katılmaları gerekir. İrrigasyon yapmalarında bir sakınca olmayan kolostomi hastaları da irrigasyon yaptırdıktan sonra kep ve tıpa takmak suretiyle dilerlerse cuma namazına katılabilirler.

Ancak ileostomi hastaları ve irrigasyon yapılamayan kolostomi hastaları, kendilerinden istem dışı gelen gaz sesini ve kokusunu önleyecek bir tedbir alamadıkları takdirde isterlerse cuma namazına katılmazlar ve o günkü cuma namazı yerine evlerinde öğle namazını kılarlar.

Din İşleri Yüksek Kurulu 25.11.2020 tarihinde Kurul Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplanarak “Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü” hususunda aşağıdaki kararı almıştır:

KARAR:
Cuma namazı, gerekli şartları taşıyan her mümin erkeğe farzdır. Bu namazla yükümlü olmanın şartlarından birisi, cemaate katılmaya mani bir mazeretin bulunmamasıdır. Zira meşru bir mazeretin varlığı, Cuma namazının farziyetini düşürmektedir. Hastalık, şiddetli yağış, aşırı soğuk ve sıcak gibi elverişsiz hava koşulları yanında salgın hastalık da kişiye cumanın farz olmasını düşüren bu mazeretler kapsamındadır.  Nitekim Kurulumuzun 18.03.2020 tarihli ve 9 sayılı kararında bu hüküm gerekçeleriyle birlikte ifade edilmiştir.

Salgın döneminde maske ve mesafe gibi tedbirlere riayet edilerek cemaatle namaza devam edilebilmektedir. Ancak bu tedbirler, kış mevsiminin getirdiği elverişsiz hava koşullarıyla birleştiğinde, ülkemizde, cemaatin bir kısmı camide yer bulamadığından dolayı Cuma namazını kılamamaktadır. Bu durumda, Cuma namazını kılamayan kişilere öğle namazını kılmak farz olur. Bu, Hz. Peygamber  (s.a.s.) döneminde sabit olduğu bilinen ve günümüze kadar ittifakla uygulanan bir hükümdür.

Gerek yukarıda işaret ettiğimiz mazeretler nedeniyle Cuma namazının farziyetinin düşmesi gerekse Cuma kılamayanların öğle namazını kılmakla yükümlü olmaları nedeniyle, aynı camide ikinci kez Cuma namazı kılınmasını gerektiren bir zaruret oluşmamaktadır. Bu itibarla,  bir camide birden fazla Cuma namazının kılınması meşru değildir.
Diğer yandan bulaşıcı salgın hastalığa yakalananların ve temaslı olanların cemaate katılmamaları ve karantina şartlarına riayet etmeleri dinen zorunludur.

GEREKÇE:
Cuma namazı, farziyeti Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabit olan ve İslam’da şiar (sembol) olarak kabul edilen ibadetlerdendir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırılınca Allah’ı anmaya (namaza) koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfunu arayın. Allah’ı çok anın ki felah bulasınız.” (Cum‘a, 62/9-10). Hz. Peygamber de (s.a.s.) Cuma namazının önemini vurgulamış ve bu namazı özürsüz olarak terk etmenin büyük günah olduğu konusunda uyarılarda bulunmuştur (Bkz. Müslim, “Cum‘a”, 40; Tirmizî, “Cum‘a”, 7; Ebû Dâvûd, “Salât”, 209; İbn Mâce, “İkametü’s-salât”, 93; Nesâî, “Cum‘a”, 2).

Konuyla ilgili ayetlere ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına dayanılarak Cuma namazı ile yükümlü olmak için birtakım şartlar (vücûb şartları) belirlenmiştir. Bu şartlar; erkek, hür, mukim ve mazeretsiz olmaktır. Bunun yanında Cuma namazı yükümlülüğünü düşüren bir takım mazeretler de vardır. Hastalık, cana, mala ve namusa bir zarar gelme tehlikesi ve şiddetli yağış gibi sebepler bu mazeretlerden bir kaçıdır (Ebû Dâvûd, “Salât”, 215-217; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 550; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 246; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 216; Nevevî, el-Mecmû’, IV, 483-484; İbnü’lHümâm, Fethü’l-kadîr, II, 59). Bu bağlamda, salgın hastalıklar da Cuma namazı hususunda evleviyetle mazeret oluşturmaktadır.

Şiddetli yağmur durumunda cemaatle namaza ara verme uygulaması sahabe döneminde de söz konusu olmuş ve Abdullah b. Abbas, yağmurlu bir Cuma gününde müezzine “namazlarınızı evlerinizde kılın!” ilanını yapmasını emretmiştir. Bu uygulama insanlar tarafından yadırganır gibi olunca “bunu benden daha hayırlı olan Rasûlullah (s.a.s) yapmıştır…” cevabını vermiştir (bkz. Buhârî, “Cum‘a”, 14; Müslim, “Salâtu’l-Musâfirîn”, 26).

Salgın döneminde camilerimizde cemaatle kılınan namazlarda maske ve mesafe kuralına riayet edilmekte ve hava şartları elverdiği ölçüde dışarıda namaz kılınmaktadır. Elverişsiz hava koşulları nedeniyle dışarıda namaz kılma imkânı bulunmadığında cemaat için camilerin içi yetersiz kalabilmektedir. Bu durumda, bazı kimseler Cuma namazını edâ etme imkanı bulamamaktadır. Gerek salgın gerekse elverişsiz hava şartları nedeniyle camilerde Cuma namazını edâ etme imkanı bulamayanlar dinen mazeretli sayılırlar. Bu şekilde Cuma namazını kılamayan kişilere öğle namazını kılmak farzdır. Bu, Hz. Peygamber döneminden itibaren Müslümanların ittifakla kabul ettiği bir hükümdür.

Bunun yanında Cuma namazının, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından uygulanıp öğretildiği biçimiyle ve meşru kılınış amacına uygun olarak topluca ve bir arada eda edilmesinin zorunlu olduğu esası gözden kaçırılmamalıdır. Bu şekilde eda edilmesi Cuma namazının temel özelliğidir. Onun bu özelliğini muhafaza etmek ve cemaati bölmemek gerekir. İslam’ın şiarı ve ümmetin birlikteliğinin sembolü olan Cuma namazının aynı camide iki defa kılınması hem Hz. Peygamber’den günümüze kadar gelen hükme ve uygulamaya aykırı düşecek hem de cemaatin bölünmesi gibi birlik ve beraberlik ruhunu zedeleyici neticeler ortaya çıkarabilecektir. Öte yandan böyle bir uygulama, Müslümanların birliğine zarar vermek isteyenler için suistimale açık bir durum oluşturacaktır.

Bütün bu delil ve gerekçelerden hareketle Din İşleri Yüksek Kurulu, Hz. Peygamber’den günümüze kadar uygulandığı gibi Cuma namazının aynı camide bir defa kılınması gerektiğine ve tekraren kılınmasının meşru olmadığına karar vermiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) farz namazların öncesinde ve sonrasında sünnet namazları kılmış ve ümmetine de tavsiye etmiştir. Bundan dolayı vakit namazlarıyla birlikte eda edilen düzenli (revâtib) sünnetler imkânlar ölçüsünde kılınmalıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) bir hadislerinde, “Her gün sabah namazından önce iki, öğleden önce dört, sonra iki, akşamdan sonra iki ve yatsıdan sonra iki olmak üzere 12 rekât nafile namaz kılmaya devam eden kişiye, yüce Allah cennette bir köşk inşa eder.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 101) buyurmuştur. İkindi namazı ile ilgili olarak da “İkindiden önce dört rekât namaz kılana Allah merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 8) demiştir.

Bir başka hadislerinde de, “Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazları tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi hâlde şöyle denir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır? Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 151; Tirmizî, Salât, 193) buyurmuştur.

Farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan revâtib sünnetler, müekked ve gayrimüekked sünnetler olmak üzere iki kısımdır. Müekked sünnet, Hz. Peygamberin (s.a.s.) sürekli kıldığı fakat bağlayıcı olmadığını göstermek amacıyla bazen terk ettiği; gayrimüekked sünnet ise bazen kıldığı, bazen de terk ettiği sünnet demektir. Gayrimüekked sünnetlere müstehab da denilmektedir.

Müekked sünnetleri mazeret olmadan terk etmek doğru değildir. Mazeretsiz terk edilmeleri, ‘isâet’ yani yanlış ve kusurlu bir davranış olur; ancak azap gerektirmez. Gayrimüekked sünnetler ise mazeret olmadan da bazen terk edilebilirler. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 218-221; II, 170, 451-453).

Hz. Peygamber (s.a.s.), farz namazların cemaatle kılınmasını tavsiye etmiş ve “Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhârî, Ezân, 30; Müslim, Mesâcid, 249-250) buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise “Eğer müminler yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmanın sevabını bilselerdi emekleyerek de olsa cemaate katılırlardı” (Buhârî, Ezân, 32) buyurmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.s.), gerek beş vakit farz namazların öncesinde ve sonrasında, gerekse farz namazlardan ayrı olarak sünnet ve nafile namaz kılar; sünnet ve nafile namazların evde kılınmasının daha uygun olacağını belirtirdi. Bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ey İnsanlar! Evinizde namaz kılınız. Zira farz namaz dışındaki namazların en makbulü, insanın evinde kıldığı namazdır.” (Buhârî, Ezân, 81; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 213) Diğer bir hadislerinde ise

Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biriniz farz namazını mescidde kıldığı zaman, o namazından evine de bir pay ayırsın. Zira Allah Teala, bu nafile namaz sebebiyle evinde hayır yaratır.” (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 210; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salat, 186) buyurmuş; hatta “Namaz kılmayarak evlerinizi kabirlere çevirmeyin” (Buhârî, Salât, 52) uyarısında bulunmuştur.
Buna göre, farz namazların sünnetleri dâhil tüm nafile namazların camide kılınması mümkün olmakla birlikte, evlerde kılınması daha faziletlidir.

Vakit namazlarının öncesinde ve sonrasında kılınan sünnet namazlar, farz namazlara hazırlayıcı ve bu namazlarda oluşabilecek eksiklikleri tamamlayıcı ibadetler olarak değerlendirilmiş, ayrıca Hz. Peygambere (s.a.s.) bağlı olmanın bir göstergesi kabul edilmiştir. Bunun için de, bu namazların mümkün oldukça kılınması tavsiye edilmiştir.

Nitekim Resûlullah (s.a.s.) bazı hadis-i şeriflerinde kulun mahşer gününde hesaba çekilirken eksik farz namazlarının, nafile namazlarla tamamlanacağını beyan etmişlerdir. Ebû Hureyre’nin (r.a.) Resûlullah’tan (s.a.s.) naklettiği bir hadiste şöyle buyrulur:

“Hesap gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi hâlde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır? Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır.” (Tirmizî, Salât, 193; Ebû Dâvûd, Salât, 151; Nesâî, Salât, 9, İbn Mâce, İkâme, 202)

Şu halde farz namazlar ile birlikte kılınan düzenli nafileler (revâtib sünnetler) de kılınmalıdır. Önemli mazeretleri olanlar ise alışkanlık haline getirmemek kaydıyla gerektiğinde bu sünnetleri terk edebilirler.

Sünnetler içerisinde en kuvvetlisi, sabah namazının farzından önce kılınan iki rekâtlık namazdır. Çünkü bu namazla ilgili olarak, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) bu namazın çok daha faziletli olduğuna dair, diğer nafile namazlar hususunda söylenmeyen sözler varid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sabah namazının iki rekâtı, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 96) buyurmuştur.

Herhangi bir farz namaz için ikâmete başlandığında veya imam namaza başladığında nafile namaz kılmak mekruh olup, cemaate katılmak gerektiği hâlde, faziletinden dolayı sabah namazının farzından önce kılınan iki rekâtlık sünnet bundan istisna edilmiştir (Kâsânî, Bedâi’, I, 297). İmkân olduğunda bu faziletin kaçırılmaması gerekir.

Bu itibarla bir kimse cemaatle kılınan sabah namazının farzının son rekâtına veya bazı görüşlere göre teşehhüdüne yetişebileceğini düşünüyorsa, sünneti kılmalıdır. Buna mukabil kişi, sünnetle meşgul olduğu takdirde farzın tamamını kaçıracağından endişe ederse sünneti terk ederek cemaate katılması gerekir (İbn Mâze, el-Muhît, I, 448-449; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, II, 510-511).

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön