Kur’an-ı Kerim İle İlgili Sorular

Bilindiği gibi âyet, Kur’an cümlelerine verilen isimdir. Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamberden günümüze hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Ancak Kur’an-ı Kerim üzerinde noktalama çalışmaları yapılırken âyetlerin bölünüp numaralandırılmasında bazı küçük farklılıklar olmuş; söz gelimi, bazı âlimlerin müstakil âyet olarak belirlediği bir ibare bazı âlimlerce iki âyet olarak düşünülmüş; böylece âyetlerin numaralandırılması konusunda küçük farklılıklar ortaya çıkmıştır.
Her ne kadar halk arasında Kur’an’daki ayet sayısının 6666 olduğu yönünde yaygın bir söylem varsa da doğrusu bu rakamın 6236 olduğudur.

Kur’an-ı Kerim, Yüce Yaratıcı’nın kıyamete kadar gelecek bütün insanlara indirdiği son ilahi mesajıdır. O, bu yüce kelâmı indirmekle kalmamış, onun korunmasını da bizzat üzerine almıştır. Nitekim bu gerçek, Kur’an’da şöyle açıklanmıştır: “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 15/9) Bu ilahî beyan onun korunmuşluğu konusunda müminler için en büyük güvencedir.

Nitekim tarih de bunun canlı şahidi olmuştur. Zira Kur’an-ı Kerim inzal olmaya başladığında bir taraftan yazılırken diğer taraftan da sahabilerce ezberlenmiş, namazlarda sürekli okunmuş ayrıca Müslümanların inanç ve amelî dünyalarına taşınarak hayata yansımıştır. Hz. Peygamberin vefatını takiben Hz. Ebubekir döneminde dağınık haldeki yazılı metinler bir araya getirilerek bir Mushaf oluşturulmuştur.

Diğer taraftan İslam fetihlerinin artması ve yeni beldelerin İslam’a dâhil olmasıyla, üçüncü halife Hz. Osman bir komisyon kurmuş ve bu komisyon tarafından çoğaltılan Kur’an nüshaları Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Bahreyn, Yemen’e gönderilmiştir. Müslümanlar bu ana nüshalara göre pek çok Kur’an nüshası yazmış, böylece bu ilahî kitap hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir. (Geniş bilgi için bkz. “Mushaf”, DİA, XXXI, 242-248).

Kur’an okunduğu zaman müslümanın onu dinlemesi gerekir. Çünkü “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (A’râf, 7/204) buyrulmaktadır.

Kur’an-ı Kerim okunurken müslümanların konuşmayı bırakıp onu dinlemeleri istenmekle birlikte bunun farz olup olmadığı, farz olması durumunda da bu hükmün mutlak olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı âlimlerin görüşüne göre Kur’an okunduğunda onu dinlemek her zaman farzdır. Bazılarına göre yukarıdaki âyet, farziyet değil tavsiye (nedb) anlamı taşımaktadır. Bazı âlimlere göre ise âyet, sadece namazda okunan Kur’an’ı dinlemekle ilgilidir; namaz dışında Kur’an okunurken onu dinlemek ise müstehaptır (Ebussuûd, İrşâd, II, 459).

Hanefî mezhebinde ise namaz dışında Kur’an okunurken onu dinlemenin hükmü hakkında iki görüş vardır. Birine göre bu dinleme farz-ı ayn, diğerine göre ise farz-ı kifâyedir. Farz-ı kifâye olduğunu söyleyenlere göre, Kur’an okunan yerde onu dinleyen birileri varsa diğerlerinden sorumluluk düşer. Ayrıca mezhepteki her iki görüşe göre de, Kur’an okunurken, bir mazeret sebebiyle onu dinleyemeyenler sorumlu olmazlar. Özellikle, çarşı ve işyeri gibi mekânlarda insanlar kendi işleriyle uğraşırken birileri onların yanında Kur’an okuyorsa, dinlemeyenlerin değil, okuyanın günahkâr olacağı ifade edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 268).
Buna göre, başkalarının dinlemesine mani olmadan camide sesli olarak Kur’an okunurken bir kenarda namaz kılmakta sakınca yoktur.

Kur’an-ı Kerim’i, televizyon yahut radyodan dinlemek sevaptır. Dinleme esnasında secde yapmayı gerektiren âyetler geçtiğinde tilavet secdesi yapılmalıdır.

Hanefilere göre yıkanıncaya kadar cenazenin bulunduğu odada Kur’an okunması mekruhtur. Başka bir yerde okunmasında sakınca yoktur. Cenaze yıkandıktan sonra yanında da okunabilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 173; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 83-84). Şâfiîlere göre definden önce Kur’an okunması mekruhtur (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, II, 438).

Kur’an-ı Kerim’de dua ile ilgili âyetler geniş bir yer tutar. İki yüz kadar âyet doğrudan doğruya dua konusundadır. Ayrıca tövbe, istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve O’ndan dileklerini ifade eden çok sayıda âyet de geniş anlamda dua ile alakalıdır. Konuyla ilgili âyetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, duanın usûl, âdâb ve tesirleri üzerinde durulmuştur (Bakara 2/186; Nisâ 4/32; A’râf, 7/29, 55, 180; Yûsuf, 12/86; Mü’min, 40/60).

Bazı âyetlerde şartlarına riayet edilmeyerek yapılan duanın kabul görmeyeceği ifade edilir (Bakara, 2/200; Yûnus, 10/12, 22, 106; İsrâ, 17/11; Mü’minûn, 23/ 99-100; Kasas, 28/88; Fussılet, 41/51). Bu gruptaki âyetlerin çoğunda, dünyada iken Allah’ı ve O’nun hükümlerini tanımaktan kaçınan, ancak ahirette gerçeği anlayıp acı akıbetleriyle yüz yüze gelince pişmanlık duyacak olanların dünyaya yeniden döndürülmeleri için Allah’a yakarışları anlatılmıştır. 100’den fazla âyette peygamberlerin, diğer salih insanların veya toplulukların dualarına yer verilmiştir.

Bazı sûre ve âyetler örnek dua metinleri mahiyetindedir. Fâtiha sûresi buna güzel bir örnektir. Bakara sûresinin 201. âyetinde geçen, “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver; bizi cehennem azabından koru.” mealindeki dua, Fâtiha’dan sonra en çok okunan dua olmuştur.
Enes b. Mâlik, Hz. Peygamberin (s.a.s.) dua ederken en çok bu âyeti okuduğunu (Buhârî, Deavât, 55) ve okunmasını tavsiye ettiğini (Müslim, Zikir, 23)

belirtmiştir. Âl-i İmrân sûresinin 8-9, 16, 53, 191-194. âyetleriyle, Furkân suresinin 74. âyetinin de dua niyetiyle okunduğu görülür. İbrahim sûresinde Hz. İbrahim’in duasını ihtiva eden 35-41. âyetler ve özellikle, “Rabbim! Hesap günü gelip çattığında beni, annemi, babamı ve müminleri bağışla.” mealindeki 41. âyet sıkça tekrar edilen dua âyetleridir. Tâhâ sûresinde Hz. Mûsâ’nın duası (Tâhâ, 20/25-35) özellikle kısa, canlı, ahenkli ve etkili cümleleriyle Kur’an’daki dua örneklerindendir. Bu âyetlerde “Rabbim! Yüreğime genişlik ver; işimi kolaylaştır; dilimin bağını çöz ki sözümü anlasınlar.” ifadeleriyle dua edilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Eyyûb’a nispet edilen dua cümleleri ayrı bir üslûp taşır. Bu âyetlerde Hz. Eyyûb’un, son derece ağır bir hastalığa ve musibetlere mâruz kalmasına rağmen, dualarında Allah’tan istekte bulunmadığı, sadece durumunu arz etmekle yetindiği görülür (Enbiyâ, 21/83-84; Sâd, 38/41). İslam âlimleri onun bu tutumunu, sabır erdeminde yükselişin ve kulluk terbiyesinin en güzel örneği olarak değerlendirirler (“Dua”, DİA, II, 536).

Kur’an-ı Kerim okumak zikirlerin en üstünüdür. Hz. Âişe’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Kur’an okuyan ve bu hususta maharetli olan kişi ‘sefere’ (denilen) şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kendisine zor geldiği hâlde Kur’an okuyana ise, iki sevap vardır (biri okumasından diğeri de zorlanmasından dolayı).” (Ebû Dâvûd, Vitir, 14, 1454)

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’in tertîl üzere okunmasını istemiştir (Furkân, 25/32; Müzzemmil, 73/4). Tertîl kelimesi Kur’an’ı yavaş yavaş, anlamını düşünerek, harflerin mahreçlerine ve tecvit kurallarına dikkat ederek, anlama göre sesini yükseltip alçaltarak ve itina ile okumak anlamına gelir.
Kırâat âlimleri, Kur’an-ı Kerim’in üç şekilde okunabileceğini ifade etmişlerdir. Okuyuştaki sür’ati ilgilendiren bu üç şekil şunlardır:

a) Tahkîk: Kur’an tilavetinde her harfin hakkını vermek, medleri yeterince (mertebelerine uygun bir şekilde) uzatmak, harekeleri birbirinden ayırmak, şeddeleri tam yapmak ve ğunnelerin hakkını vermektir. Kırâatın en yavaş icra edildiği okuyuş şekli olan bu tarzda; medd-i tabiî 1 elif, medd-i lîn 3 elif, diğer medler ise 4’er elif uzatılarak okunur.

b) Hadr: Kur’an-ı Kerim’i tecvid kurallarına uymak şartıyla en hızlı okuyuştur. Hadr ile okuyuş tecvid kuralları ihmal edilmeden sadece sür’atin artması demektir. Bu okuyuşta; medd-i tabiî, medd-i munfasıl, medd-i ârız ve medd-i lîn 1 elif (medd-i lînde sükûnü lâzım olan yerler hariç); medd-i muttasıl 2 elif ve medd-i lâzım 3 elif uzatılarak okunur. Hadr usûlü daha çok hatim, mukabele ve teravihlerde tercih edilmektedir.

c) Tedvîr: Bu usûl, tahkîk ile hadr arasında orta yollu bir okuyuş şeklidir. Tedvîr ile okuyuşta; medd-i tabiî 1 elif, medd-i lîn 2 elif, medd-i muttasıl, medd-i munfasıl, medd-i ârız 3’er elif; medd-i lâzım ise 4 elif miktarı uzatılarak okunur (Bkz. Karaçam, Kur’an-ı Kerim’in Faziletleri, s. 176-178; Gülle, Tecvid, s. 451-454).
Bütün okuyuş usullerinde ihfa, iklab ve ğunneli idğamlar, bir harfin okunuşundan çok, iki harfin okunuşundan az yani bir elif miktarına yakın tutularak okunurlar (Bkz. Gülle, Tecvid, s. 318, 327, 336, 343-344).
Bu üç okuyuş tarzının dışında bir de caiz olmayan okuyuş şekli vardır ki, buna “hezrame” veya “tahlît” denir. Bu okuyuşta harfler, kelimeler birbirine karışır, okuyuş bozulur. Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde okumak caiz görülmemiştir (Pakdil, Ta’lim, s. 35-36).
Sonuç olarak okuyucu o anki durumuna ve vaktine göre bu üç tarzdan herhangi birine göre okuyabilir. Hatta birini okurken, gerekiyorsa diğer okuyuş usûlüne geçebilir. Bu konuda okuyucu muhayyerdir. Bunlar içinde en çok tercih edilen usûl tedvirdir.

Kur’an okumak âyet ve hadislerde üzerinde hassasiyetle durulan ibadetlerdendir. Kur’an’ı okumak (Kehf, 18/27), âyetleri üzerinde düşünmek (Sâd, 38/29) ve öğütlerine sımsıkı tutunmak (Âl-i İmrân, 3/103) yine Kur’an’ın emridir.

Âyet-i kerimeler Kur’an’ın “tertîl” üzere okunmasını istemiştir (Müzzemmil, 73/4). Bu nedenle İslam âlimleri Kur’an’ın tecvide riayet ederek tane tane okunmasının gerekli olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca bu okuyuş Kur’an’ı anlama amacı için en uygun okuma biçimidir (Suyûtî, el-İtkân, II, 331-332, 638, 674).

Hz. Peygamberin (s.a.s.) hadislerinden anlaşıldığı kadarıyla Kur’an’ı güzel sesle ve teğanni boyutuna ulaşmayan nağmelerle yani sese biraz âhenk vererek okumak teşvik edilmiştir (Buhârî, Fezâilü’l–Kur’an, 19; Tevhîd, 32). Nitekim o, “Kur’an’ı seslerinizle süsleyiniz.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 20; İbn Mâce, İkâmetu’s-salât, 176) buyurmuştur.

Kur’an-ı Kerim Arapça indirilmiş olup Arap alfabesiyle yazılmıştır. Arap alfabesinin hepsi sessiz harflerden oluşmaktadır. Harflerin seslendirilmesi ise harflerin altına ve üstüne konan harekeler/işaretlerle mümkündür.

Bunlar; üstün (fetha), esre (kesra) ve ötre (damme)dir. Ötre; kalın okunan harfleri u sesiyle, ince okunan harfleri ise u ile ü arası bir sesle okutur. Misal olarak “hüve” (هو) kelimesindeki he (هـ) harfi ince okunan bir harf olduğu için u ile ü arası bir sesle okunması gerekir (Pakdil, Ta’lim, s. 108; Kaya, Elif-bâ, s. 19).
Burada önemli olan, özellikle Kur’an-ı Kerim’in kırâatinde hangi harfin nasıl telaffuz edileceğini Kur’an okumayı iyi bilen (fem-i muhsin) birinin ağzından dinleyerek öğrenmektir.

Kur’an-ı Kerim’i okumak ibadet olduğu kadar, onu dinlemek de farz-ı kifâye olarak nitelenen bir ibadettir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 268).
Zira bir âyet-i kerimede, “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (A’râf, 7/204) buyrularak tilavet olunan Kur’an-ı Kerim’in dinlenmesi emredilmektedir. Şu kadar var ki, dinlemek için ortamın müsait olmadığı durumlarda, açıktan okunması uygun olmaz.

Hatim, Kur’an’ın başından sonuna kadar Arapça olarak okunarak bitirilmesidir. Televizyon veya cd’den okunan bir mukabeleyi takip etmek veya dinlemek sevaptır. Ancak bu durumda kişi okunan mukabeleyi sadece dinlemekle yetinirse hatim sevabı alır. Hatim yapmış olmak için Kur’an’ın bizzat tilavet edilmesi/okunması gerekir.

Kişinin maddi, manevi ve ruhi rahatsızlıklardan kurtulması için tıbbi tedavi yöntemlerine başvurması temel ilkedir. Bunun yanında Allah Teala’ya dua etmesi de uygun olur. Şüphesiz Kur’an müminler için şifa ve rahmettir (İsrâ, 17/82). Dolayısıyla gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse hadis-i şeriflerde yer alan dualar ve sureler, belirli sayılarla sınırlanmayarak okunabilir. Bu okumaya rukye denir. Sahabenin rukye olarak Fâtiha suresini okuduğu ve Resûlullah’ın da bunu onayladığı bilinmektedir (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an 9).

Aslolan, duayı insanın kendisinin okumasıdır. Ancak, iyi ve takva sahibi bir insan olduğuna inandığı diğer müminlerden de kendisine dua etmesini isteyebilir. Hz. Âişe’den (r.a.) şöyle rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.), hasta olan akrabalarının üzerine okuyarak sağ eliyle onları sıvazlar ve şöyle derdi:

أَذْهِبِ الْبَأسَ رَبَّ النَّاسِ وَاشْفِ أَنْتَ الشَّافِى لاَ شِفَاءَ إِلاَّ شِفَاؤُكَ شِفَاءً لاَ يُغَادِرُ سَقَمًا
(Ey Allah’ım, ey insanların Rabbi, şu hastalığı gider, şifa ver, şifa veren Sensin. Senin vereceğin şifadan başka şifa yoktur. Hastalığı ortadan kaldıracak bir şifa ver.) (İbn Mâce, Tıb, 35, 36)

Hasta olan kimse, ihtiyarlık ve ölüm dışında her hastalığın mutlaka bir çaresi olduğunun bilinciyle uzman hekimlere müracaat ederek tedavi yollarını aramalı, bunun yanında Yüce Allah’a sığınıp şifa vermesi için dua etmelidir. Bu maksatla bazı âlimler Kur’an-ı Kerim’den şifa konulu âyetlerin okunmasını tavsiye etmişlerdir. Şifa için okunan bazı âyetler şunlardır: Tevbe, 9/14; Yûnus, 10/57; Nahl, 16/69; Şu’arâ, 26/80; Fussılet, 41/44.

Din İşleri Yüksek Kurulu 20.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. Kur’an-ı Kerim Meallerini İnceleme Komisyonu tarafından hazırlanan “Meal okumak hatim yerine geçer mi?” başlıklı fetva müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki soru ve cevabının Kurul Kararı olarak kabul edilmesine karar verildi:

– Meal okuman hatim yerine geçer mi?


Kur’ân-ı Kerîm, Allah katından hem lafız hem de mana olarak indirilmiş olan ilahî kelâmın adıdır. Bu itibarla Arapça olarak indirilmiş olan Kur’ân’ın (Yusuf 12/2; Taha 20/113) manasını aktarmak üzere herhangi bir dilde yazılmış olan hiçbir meal, bizatihi Kur’ân hükmünde değildir. Çünkü tilaveti de ibadet olan, Kur’ân-ı Kerîm’in bizatihi kendisidir. Bu doğrultuda hatim, Kur’ân’ın mealinden okunması değil, Kur’ân’ın tamamının, Arapça metni üzerinden Fatiha suresinden başlanarak Nas suresine kadar okunmasıdır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in meal ve tefsirlerinin okunması suretiyle hatim yapılmış olmaz.


Bununla birlikte bir Müslümanın, Yüce Allah’ın öğütleri ve buyruklarını öğrenmek maksadıyla Kur’ân-ı Kerîm’in mealini ve tefsirlerini okuması, Kur’ân’ın inzal sebebine muvafık (Nisa 4/82, Muhammed 47/24) ve sevaba vesile olacak bir durumdur. Bu vesileyle Kur’ân’ın hem Arapça lafzını hem de manasını aktaran meal ve tefsir türü eserleri okumaya gayret etmek de önemlidir.

Din İşleri Yüksek Kurulu 20.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. Kur’an-ı Kerim Meallerini İnceleme Komisyonu tarafından hazırlanan “Secde ayetlerinin mealini okuyan kişinin tilavet secdesi yapması gerekir mi?” başlıklı fetva müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki soru ve cevabının Kurul Kararı olarak kabul edilmesine karar verildi:

– Secde ayetlerinin mealini okuyan kişinin tilavet secdesi yapması gerekir mi?

Secde ayetlerinin Arapça lafzını okuyan veya dinleyen kimsenin, tilâvet secdesi yapması Hanefî mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre ise sünnettir.

Kur’ân-ı Kerîm’in meal ve tefsirleri, bizatihi Kur’ân hükmünde olmamakla birlikte secde ayetinin mealini okuyan kimsenin de ihtiyaten tilavet secdesi yapması gerekir (Bkz. Serahsi, Mebsut, II, 5; Bilmen, İlmihal, Secde-i Tilavete Müteallik Meseleler, md. 375).

Peygamberlerin Allah tarafından elçi olarak seçildiklerinin kanıtı, gösterdikleri mucizelerdir. Mucizeler, peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin, söz konusu iddialarında doğru ve gerçek olduklarının Allah tarafından tasdik edildiğini gösteren ve asla başkaları tarafından taklit edilemeyen olağanüstü hadiselerdir.

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini kanıtlayan en büyük mucizedir. Son ilahî kitap olan Kur’ân mucizesi, şu iki temel özelliğiyle diğer peygamberlerin mucizelerinden ayrılır: Birincisi, diğer peygamberler gösterdikleri mucizelerle sadece kendi halklarına meydan okurken

Hz. Muhammed (s.a.s), Kur’ân mucizesiyle kıyamete kadar yaşayacak olan tüm insanlara meydan okumuştur. İkincisi, diğer peygamberler, tebliğ ettikleri ilahî mesajın Allah katından geldiğini başka mucizelerle kanıtlamaya çalışırken, Hz. Muhammed (s.a.s.) kendi peygamberliğini, tebliğ ettiği mesajın bizzat kendisi olan Kur’ân mucizesiyle kanıtlamıştır.

İsrâ Sûresi’nde, Kur’ân-ı Kerim’in bir beşer sözü olmayıp bizzat Allah katından indirildiği ve mucize olduğu hususu şu ifadelerle ortaya konulur: “De ki: “Hiç kuşkusuz, insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve (bu konuda) birbirlerine destek olsalar, yine de onun benzerini getiremezler” (İsrâ, 17/88).


İslâm âlimleri Kur’ân’ın hangi açılardan mucize olduğunu tartışmışlardır. Bu tartışmalarda; onun nazmının, fesahatinin ve içerdiği tüm anlamlarının yanında özellikle gelecekten haber veren, evrenin ve insanın yaratılış keyfiyetine dikkat çeken âyetlerinin birer mucize olduğu vurgulanmıştır. Bunun yanında Kur’ân, geçmiş peygamberlerin hayatlarına ilişkin anlatımlarında, Cahiliye döneminin şiir ve kıssa örneklerinde eşi ve benzeri bulunmayan bir üslup ve anlatım tarzı kullanmıştır. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden birisi Yusuf Sûresi’dir.

Nitekim Kur’ân’da bu sûre kıssaların en güzeli olarak takdim edilir (Yûsuf, 12/3). Söz konusu âyette geçen “en güzel” ifadesinin anlamını iyice kavrayabilmek için Yusuf Sûresi’nin içerik ve üslup özelliklerini, Tevrat’ın Tekvin bölümü içerisindeki farklı kısımlarda bazı parçaları defalarca tekrar edilerek anlatılan Hz. Yusuf kıssasıyla (Tekvin, 37: 1-37; 39: 1-23 vd.) karşılaştırmak yeterli olacaktır.

Diğer taraftan, Arap dilinin nazm ve üslup özellikleri hakkında asgari düzeyde bilgisi olan insanlar bile Kur’ân metni ile Arap dilinde yazılmış diğer metinler arasındaki farkı hemen göreceklerdir. Kur’ân’ın bu eşsiz anlatımının ve diğer hususların birleştiği ortak nokta, onun bir benzerinin getirilemediği ve asla getirilemeyeceğidir.

Hiç kuşkusuz Kur’ân’ın yukarıda anılan özellikleri, onun hem Allah’ın vahyi hem de lafzı ve anlamı itibariyle Hz. Peygamber’e (s.a.s.) verilmiş bir mucize olduğuna işaret etmektedir. Tüm bu özellikleriyle Kur’ân, bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde yazı ve ezber yoluyla kayda geçirilerek daha sonraki kuşaklara, naklinde şüphe olmayacak şekilde tevatüren ulaştırılmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’in açık ifadelerine, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıklamalarına ve bu iki esasa bağlı olarak tarih boyunca benimsenen İslam ilim geleneğindeki temel kabule göre Kur’ân, lafzı ve manasıyla Hz. Peygamber’e (s.a.s.) indirilmiştir.

Ancak son zamanlarda sosyal medyada “Kur’ân’ın sadece manasının öz olarak Hz. Peygamber’e (s.a.s.) indirildiği, onun da bunu kendi kültürünün kelimeleriyle söze dönüştürdüğü” yönünde bir iddia dile getirilmiştir. Bu iddiaya göre mana Allah’a, lafız ise Hz. Peygamber’e (s.a.s.) aittir. Buna gerekçe olarak da bazı kelimelerin Allah Teâlâ’ya yakışmadığı ve bunların ancak

Hz. Peygamber tarafından ifade edilmiş olabileceği ileri sürülmektedir.
Söz konusu bu iddia, Allah Teâlâ ve Kur’ân-ı Kerim’e yapılan mesnetsiz, ilmî olmaktan uzak çirkin bir iftira olup Kur’ân-ı Kerîm’in açık ifadelerine, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıklamalarına ve bu iki esasa bağlı olarak tarih boyunca benimsenen İslam ilim geleneğindeki temel kabullere aykırıdır.
Allah Teâlâ, “Biz her peygamberi, (kitabımızı) apaçık anlatsın diye kendi kavminin diliyle gönderdik” (İbrahim, 14/4) âyetiyle, her peygambere vahyin kendi kavminin diliyle lafız olarak gönderildiğini beyan etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm için de bu husus kuşkusuz böyledir.


Öte yandan birçok âyet-i kerimede “Kur’ân’ın Allah tarafından Arapça olarak Hz. Peygamber’e (s.a.s.) lafzen Cebrail vasıtasıyla indirildiği” açık bir şekilde ifade edilmiştir:

  • “Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik” (Yûsuf, 12/2).

  • “Şüphesiz bu Kur’ân âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye açık bir Arapça ile Rûhulemîn indirmiştir” (Şuarâ, 26/192-195).

  • “Şüphesiz ki bu Kur’ân sana ilim ve hikmet sahibi Allah tarafından verilmektedir” (Neml, 27/6).

  • “İşte, biz onu Arapça bir Kur’ân olark indirdik ve onda pek çok uyarıya yer verdik ki Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakınsınlar veya öğüt almalarını sağlasın. (Tâhâ, 20/113).

  • “Anlayıp düşünesiniz diye onu Arapça Kur’ân yaptık” (Zuhruf, 43/3).

  • “İşte sana, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur’ân indirdik” (Şûrâ, 42/7).

  • “Biz Kur’ân’ı anlayıp öğüt alsınlar diye senin dilinle indirip kolaylaştırdık” (Duhân, 44/58).

  • “ Düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bu Kur’ân’da her türlü örneği verdik; Allah’a karşı gelmekten korunsunlar diye Arap diliyle indirdiğimiz çelişkisiz Kur’ân’da (verdik)” (Zümer, 39/27-28).

  • “Bu Kur’ân, rahman ve rahîm olan Allah’ın katından indirilmiştir. Bilmek isteyenler için âyetleri apaçık hale getirilmiş Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak indirilmiştir ama çokları yüz çevirdi, artık onu işitmezler” (Fussilet, 41/2-4).

  • “Oysa bundan önce de bir rehber ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı gelmişti. Bu ise önceki kitapları onaylayan ve zalimleri uyarmak için ve iyi yolda olanlara müjde olarak Arap diliyle indirilmiş bir kitaptır” (Ahkâf, 46/12).
Bu âyetlerde vahyin “Arapça Kur’ân” olarak gerçekleştiğinin, Kur’ân’ın “Arapça Kitap” şeklinde ve “Arap diliyle” indirilmiş olduğunun vurgulanması, Kur’ân’ın manasının yanında lafzının da Allah’a ait olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca vahyin nüzûlü esnasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vahyedilenleri kaçırırım endişesiyle dilini depreştirerek kendisine gelen vahyi tekrarlamasını konu edinen; “Sana onun vahyi bitirilmeden önce Kur’ân’ı okumada acele etme” (Tâhâ, 20/114) ve “(Resulüm! Vahiy geldiği zaman) onu alelacele almak için (bitmeden) dilini hareket ettirme. Şüphesiz onu (kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize aittir. Onu (Cebrail vasıtasıyla sana) okuduğumuz zaman, onun okunuşunu takip et. Şüphesiz onu açıklamak da bize aittir” (Kıyâmet, 75/16-19) âyetlerinde Hz. Peygamber’e (s.a.s.) indirilenin “kıraat/okumak” ile ifade edilmesi de lafzın Allah’a aidiyetini açıkça göstermektedir.

Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemde Mekke müşriklerinin Kur’ân’ın Allah kelâmı olmadığına dair iddiaları olmuş, Mekkeli bir Hristiyan tarafından âyetlerin Hz. Peygamber’e (s.a.s.) öğretildiği ileri sürülmüştür. Buna karşılık Kur’ân-ı Kerîm’de; “(Ona öğretiyor dedikleri) o kişinin dilinin yabancı olduğu ve Kur’ân’ın ise Arapça bir dilde indirildiği” vurgulanmıştır (Nahl, 16/103). Bu konuda bir diğer âyet-i kerîmede ise şöyle buyurulur: “… O (Kur’ân), hüküm ve hikmet sahibi ve her türlü övgüye layık olan (Allah) katından bir indirmedir… Eğer biz onu yabancı bir (dilde) Kur’ân yapsaydık, mutlaka “(bu Kur’ân’ın) âyetleri açıklanmalı değil miydi? Arap’a yabancı (dilden bir kitap! Olacak şey) mi?” diyeceklerdi” (Fussilet, 41/42, 44).

Âyetlerin lafız ve mana olarak Hz. Peygamber’e (s.a.s.) nâzil olmasından sonra Rasûlüllah’a (s.a.s.) yönelik Kur’ân’da yer verilen uyarı kabilinden ifadelerde de “Arapça Kur’ân” vurgusu yapılmak suretiyle lafzın Allah’a aidiyeti ortaya konmuştur: “Böylece biz onu (Kur’ân’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Eğer sana bu ilim geldikten sonra onların arzularına uyarsan, andolsun ki Allah’ın cezasından seni koruyacak ne bir yardımcın ne de bir koruyucun olacaktır” (Ra’d, 13/37). Hâkka Sûresindeki şu âyet ise, Kur’ân’ın lafzına


Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hiçbir şekilde müdahalede bulunamayacağını şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ifade etmektedir: “Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalar, sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz de buna mâni olamazdınız” (Hâkka, 69/44-47).

Bir başka açıdan, Kur’ân âyetlerinin lafız olarak Peygamber’e (s.a.s.) aidiyetinin reddi bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) diliyle Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir: “Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunduğu zaman, (ahirette) bizimle karşılaşacaklarına inanmayanlar (Peygambere:) ‘bize ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunun hoşumuza gitmeyen yerlerini değiştir’ dediler. De ki: Kendiliğimden onu değiştirmem (asla mümkün) olmaz. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Eğer onu değiştirerek rabbime karşı gelirsem şüphesiz o büyük günün azabından korkarım. De ki: Allah dileseydi (Kur’an’ı bana indirmez, ben de) onu size okumazdım ve Allah da onu size bildirmezdi. (Biliniz ki) ben bundan önce aranızda (okuma-yazma bilmeden) bir ömür sürdüm (böyle bir şey yapamayacağımı) hiç düşünmez misiniz? Allah adına yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır…” (Yûnus, 10/15).
“Sen onlara âyet getirmediğin zaman, “onu da kendin derleyip getirseydin ya!” derler. De ki: “Ben sadece rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur’ân, rabbinizden gelen kanıtlar, inanan bir topluluk için hidâyet ve rahmettir” (A’râf, 7/203).


Yukarıda zikredilen âyetlerde Kur’ân’ın lafız ve manadan müteşekkil olarak vahyedildiği ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu hususta herhangi bir müdahale yetkisinin bulunmadığı açıkça ortaya konulmuştur.

Tarihte, kadim olan “kelâm” sıfatının vahiy olarak tecellisinin keyfiyeti hususunda bazı tartışmalar yaşanmıştır. Ancak bu tartışmalar Kur’ân lafzının Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ait olması ile ilgili değildir. Öte yandan Kur’ân’ın açıkça verdiği bilgi veya vahiy tecrübesini bizzat yaşamış olan


Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu husustaki beyanlarının ötesinde, salt akıl yoluyla vahyin geliş keyfiyeti hakkında kesin ve nesnel bir bilgi ortaya koymak imkânsızdır.
Yukarıda işaret edilen mesnetsiz iddiaya, Kalem Sûresinin 13. âyetinde geçen “zenîm” kelimesi örnek verilmektedir. Bu kelimeye, lügatte var olan anlamlarından sadece birisi verilmekte ve bu anlamın ifade olarak Yüce Allah’a yakışmayacağından hareketle Kur’ân’ın lafzının Allah’a değil Hz. Peygamber’e ait olabileceği ileri sürülmektedir.


Her şeyden önce, ileri sürülen bu iddia bilimsel olmaktan uzaktır. Ayrıca dile getiriliş biçimi de Kur’ân’a ve onun ifadesiyle yüce bir ahlak üzere gönderilen (Kalem, 68/4) Hz. Peygamber’e (s.a.s.) inanan herkesi rahatsız edecek üsluptadır. Bu konuda ortaya konan öncüller-deliller de ileri sürülen iddiayı desteklemek üzere kurgulanmıştır. Dolayısıyla Kalem Sûresinin 13. âyetindeki “zenîm” kelimesinin özellikle tercih edilen belli bir anlam üzerinden Türkçeye tercüme edilmesi ve belirtilen iddiaya dayanak olarak kullanılması da isabetli değildir.
Bu bağlamda özellikle şu hususların bilinmesine ihtiyaç vardır:

Birinci husus, Kalem Sûresinin 13. âyetindeki “zenîm” kelimesinin anlamının ne olduğudur. Kelime, kök anlamı itibariyle “damgalı olmak, işaretli olmak” demektir. Araplar koyun-keçi gibi hayvanların boynunda/kulağında küpeye benzer asılı duran yumrucuklara yahut kulağı delinip ucundan asılı bırakılan sarkıntılara “zenîme” demekte; bu tür koyun ve keçiye, “küpeli, kulağı kesik, damgalı, işaretli” anlamında “zenîm” sıfatını kullanmaktadırlar. Bu kök manaya binaen “zenîm” kelimesi istiâre yoluyla insan için; “kulağı kesik, kulağı yarık, kulağı küpeli” şeklinde mecâzi olarak “kötülükle damgalı, kötülükle bütünleşmiş anlamında” kullanılır. Türkçemizdeki “kulağı kesik” ifadesinin kötü şeyleri alışkanlık haline getirenler için kullanılması da aynı minvaldedir. Bu yönüyle “zenim”; “kötülükle damgalanmış, etrafa kötülük saçan, kötülükle bütünleşmiş” gibi anlamları haizdir.

Temel tefsir kitaplarımızın hiç birisinde söz konusu kelimeye iddia edildiği şekilde galiz ve kaba bir anlam verilmemiştir. Kelime, kök anlamında var olan “vücuttaki sarkıntı ve yumru” anlamından hareketle, sözü edilen şahsın boynunda yumrunun bulunması şeklinde hakiki anlamıyla da tefsir edilmiştir. Ancak müfessirler, çoğunlukla “zenîm” kelimesindeki mecâzi anlam olan “kişinin şer ile damgalı olması”nı itibara alarak “şirret, kötülükle damgalı ve kötülük kaynağı” anlamlarını tercih etmişlerdir. Ayrıca müfessirler kelimeye, “mensup olmadığı kavme nispet edilen kişi” veya “evlatlık edinilmek suretiyle bir kavme nispet edilen kişi” anlamını da vermişlerdir ki, bu anlam da kök anlamıyla bağlantılıdır.

Netice itibariyle âyette, birçok kötü hasleti kendisinde toplamış bir şahsı betimlemek için “şer ile damgalı/kötülükte sınır tanımayan” gibi umum anlamıyla “zenîm” kelimesinin tercih edilmesi, Kur’ân’ın edep ve ahlak üslûbunu yansıtmaktadır.

İkinci husus, Allah’ın bu tarz ifadelerle hitap edip etmeyeceği meselesidir. Allah Teâlâ Kur’ân’ı Arap diliyle indirmiş ve mesajını Arap dilinin özelliklerini kullanarak iletmiştir. Bir diğer ifadeyle muhataplara anladığı, bildiği ve tanıdığı üsluplarla hitap etmiştir. Öte yandan Yüce Yaratıcı, muhataplardan azgın ve aşırı olanların kendisine iftira etmesi, âyetlerini inkâr etmesi, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve müminlere eziyet etmesi karşısında, onların kötülüklerle özdeş niteliklerini ortaya koyacak ifadeler kullanmıştır. Kuşkusuz bunu yaparken, kelâmın hem edebi, hem de edep yönü sürekli korunmuştur.


Müddessir, Tebbet ve Kevser Sûreleri başta olmak üzere Mekkî sûrelerde, inatçı ve kötülükte ısrarcı müşrik liderlerin yaptığı çirkin işler, zulümler, işkenceler ve kibirlilik halleri hep ortaya konulmuştur. Esasen bu üslup, muhatabın konuyu ve verilen mesajı en iyi bir şekilde anlamasını sağlayacak niteliktedir.

Bu bağlamda Kalem Sûresinin 8-13. âyetlerinde de aynı üslup bulunmaktadır. Bahse konu âyetlerde Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.), sırf mal, evlat, zenginlik ve mevki sahibi diye müşrik elebaşlarına itibar ve itaat etmemesi emredilmektedir. Doğal olarak burada şer odağı haline gelmiş söz konusu insanların vasıfları dile getirilmektedir. Bu kötü nitelikler ise; olur olmaz sürekli yemin eden, aşağılık, sürekli kusur arayan, küçümseyen/tahkir eden, laf götürüp getiren, iyiliği engelleyen, günahkâr, huysuz, kaba ve kötülüklerle -damgalanacak şekilde- özdeşleşmiş (zenîm) şeklindedir.


Sonuç olarak, Allah Teâlâ’nın bahse konu âyetlerde, hem o gün için hem de sonraki zamanlarda şerri temsil eden insanların niteliklerini ortaya koyduğu ve bu tür kimselerin bilinmesini istediği görülmektedir. Durum bu şekilde iken, birçok anlama muhtemel bir kelimeye, ifade edildiği bağlama uygun düşmeyen bir anlamı yüklemek suretiyle Kur’ân’ın lafzının peygambere ait olabileceğini söylemek iyi niyetten uzak/maksatlı, delilsiz ve mesnetsiz bir iddia olarak kalmaktadır.

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön