Akaid İle İlgili Dini Sorular

İsmin çoğulu olan “esmâ” kelimesi ile “en güzel” anlamındaki “hüsnâ” kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan “esmâ-i hüsnâ”, “en güzel isimler” anlamında Yüce Allah’ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir.

Kur’an-ı Kerim’de, “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur.” (Tâhâ, 20/8); “…En güzel isimler O’nundur.

Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir.” (Haşr, 52/24)

Mealindeki âyetlerde ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah’a mahsustur. Çünkü bütün kemal ve yetkinliklerin sahibi O’dur. O’nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kutsal nitelemelerdir.

Allah Teala’nın Kur’an’da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allah’ı tanır, O’nu sever ve gerçek kul olur.

Kur’an’da, “En güzel isimler Allah’ındır. O hâlde O’na o güzel isimlerle dua edin…” (A‘râf, 7/180) buyrularak, esmâ-i hüsnâ ile dua ve niyazda bulunulması istenmiştir.

Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işaret ettiği zâtın birden çok olmasını gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delalet ederler: “De ki: İster Allah deyin, ister Rahmân deyin, hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler ona aittir.” (İsrâ, 17/110)

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadislerinde, Yüce Allah’ın 99 isminden söz ederek bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir (Buhârî, Da‘avât, 68; Tevhîd, 12; Müslim, Zikr, 2; Tirmizî, Da‘avât, 82).

Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na iman, ibadet ve itaat etmektir.
Allah’ın isimleri 99 ile sınırlı olmayıp bunların dışında başka isimleri de vardır. Söz konusu hadiste 99 sayısının zikredilmesi, sınırlama anlamında değil, bu isimlerin Allah’ın en meşhur isimleri olması sebebiyledir.

Tirmizî ve İbn Mâce’nin rivayet ettikleri hadiste bu doksan dokuz isim tek tek sayılmıştır (Tirmizî, Da‘avât, 87; İbn Mâce, Duâ, 10).

Bu isimler şunlardır:

Allah, Rahman (esirgeyen), Rahim (bağışlayan), Melik (buyrukları tutulan), Kuddus (noksanlıklardan arınmış), Selam (yarattıklarını selamette kılan), Mü’min (inananları güvenlikte kılan), Müheymin (hükmü altına alan), Aziz (ulu, galip), Cebbar (dilediğini zorla yaptırma gücüne sahip olan), Mütekebbir (yegane büyük), Halik (yaratıcı), Bari (eksiksiz yaratan), Musavvir (her şeye şekil veren), Gaffar (günahları örtücü, mağfireti bol),

Kahhar (isyankarları kahreden), Vehhab (karşılıksız veren), Rezzak (rızıklandıran), Fettah (hayır kapılarını açan), Alim (her şeyi bilen), Kabız (daraltma gücüne sahip, ruhları kabzeden, can alan), Basıt (rızkı genişleten, ömürleri uzatan), Hafıd (kafirleri alçaltan), Rafi` (müminleri yükselten), Muizz (yücelten, aziz kılan), Müzill (değersiz kılan), Semi` (işiten), Basir (gören), Hakem (hükmedici, iyiyi kötüden ayırt edici), Adl (adaletli), Latif (kullarına lütfeden),

Habir (her şeyden haberdar), Halim (yumuşaklık sahibi), Azim (azametli olan), Gafur (çok affedici), Şekur (az amele bile çok sevap veren), Ali (yüce, yüceltici), Kebir (büyük), Hafiz (koruyucu), Mugît (bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren), Hasib (hesaba çeken), Celil (yücelik sıfatları bulunan), Kerim (çok cömert), Rakib (gözeten), Mücib (duaları kabul eden), Vasi` (ilmi ve rahmeti geniş), Hakim (hikmet sahibi), Vedud (müminleri seven),

Mecid (şerefi yüksek), Bais (öldükten sonra dirilten ve peygamber gönderen), Şehid (her şeye şahit olan), Hak (hakkın kendisi), Vekil (kulların işlerini yerine getiren), Kavi (güçlü, kuvvetli), Metin (güçlü, kudretli), Veli (müminlere dost ve yardımcı), Hamid (övgüye layık), Muhsi (her şeyi sayan, bilen), Mübdi‘ (her şeyi yokluktan çıkaran), Muid (öldürüp yeniden dirilten), Muhyi (hayat veren, dirilten), Mümit (öldüren), Hayy (diri),

Kayyum (her şeyi ayakta tutan), Vacid (istediğini istediği anda bulan), Macid (şanı yüce ve keremi çok), Vahid (bir), Samed (muhtaç olmayan), Kadir (kudret sahibi), Muktedir (her şeye gücü yeten), Mukaddim (istediğini öne alan), Muahhir (geri bırakan), Evvel (başlangıcı olmayan), Ahir (sonu olmayan), Zahir (varlığı açık olan), Batın (zat ve mahiyeti gizli olan), Vali (sahip), Müteali (noksanlıklardan yüce), Berr (iyiliği çok), Tevvab (tövbeleri kabul edici),

Müntakim (asilerden intikam alan), Afüvv (affedici), Rauf (şefkati çok), Malikü’l-mülk (mülkün gerçek sahibi), Zü’l-celali ve’l-ikram (ululuk ve ikram sahibi), Muksit (adaletli), Cami‘ (birbirine zıt şeyleri bir araya getirebilen), Gani (zengin, kimseye muhtaç olmayan), Muğni (dilediğini muhtaç olmaktan kurtaran), Mani` (istediği şeylere engel olan), Darr (dilediğini zarara sokan), Nafi` (dilediğine fayda veren), Nur (aydınlatan), Hadi (hidayete erdiren),

Bedi` (çok güzel yaratan), Baki (varlığı sürekli olan), Varis (mülkün gerçek sahibi), Reşid (yol gösterici), Sabur (çok sabırlı).


اللَّهُ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلاَمُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ الْغَفَّارُ الْقَهَّارُ الْوَهَّابُ الرَّزَّاقُ الْفَتَّاحُ الْعَلِيمُ الْقَابِضُ الْبَاسِطُ الْخَافِضُ الرَّافِعُ الْمُعِزُّ الْمُذِلُّ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْحَكَمُ الْعَدْلُ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ الْحَلِيمُ الْعَظِيمُ الْغَفُورُ الشَّكُورُ الْعَلِىُّ الْكَبِيرُ الْحَفِيظُ الْمُقِيتُ الْحَسِيبُ الْجَلِيلُ الْكَرِيمُ الرَّقِيبُ الْمُجِيبُ الْوَاسِعُ الْحَكِيمُ الْوَدُودُ الْمَجِيدُ الْبَاعِثُ الشَّهِيدُ الْحَقُّ الْوَكِيلُ الْقَوِىُّ الْمَتِينُ الْوَلِىُّ الْحَمِيدُ الْمُحْصِى الْمُبْدِئُ الْمُعِيدُ الْمُحْيِى الْمُمِيتُ الْحَىُّ الْقَيُّومُ الْوَاجِدُ الْمَاجِدُ الْوَاحِدُ الصَّمَدُ الْقَادِرُ الْمُقْتَدِرُ الْمُقَدِّمُ الْمُؤَخِّرُ الأَوَّلُ الآخِرُ الظَّاهِرُ الْبَاطِنُ الْوَالِى الْمُتَعَالِى الْبَرُّ التَّوَّابُ الْمُنْتَقِمُ الْعَفُوُّ الرَّءُوفُ مَالِكُ الْمُلْكِ ذُو الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ الْمُقْسِطُ الْجَامِعُ الْغَنِىُّ الْمُغْنِى الْمَانِعُ الضَّارُّ النَّافِعُ النُّورُ الْهَادِى الْبَدِيعُ الْبَاقِى الْوَارِثُ الرَّشِيدُ الصَّبُورُ
 
B

İsm-i A’zâm, sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir. Terim olarak Allah’ın en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimler için kullanılmıştır. İslam âlimlerinin bir kısmı, Allah’ın isimlerinin tamamının, fazilet ve üstünlük bakımından eşit derecede olduğunu kabul etmiş, diğer bir kısmı ise, hadisleri göz önünde bulundurarak, bazı isimlerin diğerlerinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir.

Hz. Peygamberin bazı hadislerinde İsm-i A’zâmdan bahsedilmekte, bu isimle dua edildiği zaman duanın mutlaka kabul edileceği bildirilmektedir (bk. Ebû Dâvûd, Vitr, 23; Tirmizî, Da‘avât, 64, 65, 100; Nesâî, Sehv, 58; İbn Mâce, Duâ, 9, 10).

Fakat Allah’ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu hadislerin bir kısmında “Allah” ismi, bir kısmında ise “Rahmân, Rahîm”(esirgeyen, bağışlayan), “Hayy Kayyûm” (diri ve her şeyi ayakta tutan), “Zü’l-celâli ve’l-ikrâm”(ululuk ve ikram sahibi) isimleri Allah’ın en büyük ismi olarak belirtilmektedir.

Konuyla ilgili bir hadis şöyledir:

“Resulullah (s.a.s.), bir kişinin şöyle dua ettiğini işitti: ‘Allah’ım, şehadet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah’sın, birsin, Samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yoktur, her şey sana muhtaçtır), senden çocuk olmadı (kimsenin babası olmadın), doğmadın (kimsenin çocuğu olmadın), bir eşin ve benzerin yoktur.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) buyurdular: “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin olsun, bu kimse, Allah’tan İsm-i A’zâm’ı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki, kim İsm-i A’zâmla dua ederse Allah ona icabet eder, kim onunla talepte bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir.” (Tirmizî, Da’avât, 65)

Başka bir hadis meali de şöyledir:

Bir adam şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım, hamdlerim sanadır, nimetleri veren sensin, senden başka ilah yoktur.

Sen semavat ve arzın celal ve ikram sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyumsun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin) Bu isimlerini şefaatçi yaparak senden istiyorum!” (Bu duayı işiten) Resulullah (s.a.s.) sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?” “Allah ve Resulü daha iyi bilir?” diye cevap verdiler. Resulullah şöyle devam etti: “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, o, Allah’a, İsm-i A’zâm’ı ile dua etti. O İsm-i A’zâm ki, onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.” (Ebû Dâvud, Salât, 368).

“Tanrı” kelimesi, Arapça “ilah” kelimesinin karşılığıdır. “İlah” daha çok, Allah’tan başka ibadete layık görülen varlıklar için kullanılır. “Allah” kelimesi onun bizzat kendisini ifade eden özel ismidir.

Bu bakımdan, kelâm âlimlerine göre “Allah” kelimesi, Cenab-ı Hakk’ın yüce zatına ve bütün kemal sıfatlarına delalet eden özel ismidir. Hiçbir dilde bu kelimenin ifade ettiği özel manayı kapsayacak bir kelime bulunmamaktadır.

Öte yandan “Allah” kelimesi bütün Müslümanlar için tevhid inancını temsil eden ortak bir bağ niteliğindedir. Bu sebeple Müslümanların, ibadet ettikleri tek yaratıcılarını “Allah” diye anmaları daha doğru olur.

Dolayısıyla “Allah” bu adla veya “esmâ-i hüsnâ” adı verilen 99 isminden biriyle anılmalıdır. Bununla birlikte, dinimizin bildirdiği mutlak kemal sahibi, noksanlardan münezzeh olan yüce Allah’ı “Tanrı” diye anmak da İslam inancına aykırı olmaz.

Mevla sözlükte; “Rab, efendi, dost, arkadaş, yardımcı, sahip ve malik, köle azat eden, azat olmuş köle, bir işi gören, idare eden” gibi birçok farklı anlamlara gelir. Allah’a izafe edildiğinde “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar. Mevlâ kelimesinde asıl olan mana, sevgi ve manevî yakınlıktır. (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “vly” md.; İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, “vly” md.)

Mevla kelimesi, Kur’an’da hem Allah için hem de insanlar için kullanılmıştır. Bu kelime, “Biliniz ki Allah sizin Mevla’nızdır (sahibinizdir). O ne güzel Mevla (sahip) ve ne güzel yardımcıdır!” (Enfal, 8/40) ve “Sen bizim Mevlamızsın.” (Bakara, 2/286) ayetlerinde Allah için; “O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz.” (Duhan, 44/41) ayetinde ise, insan için kullanılmıştır. Çeşitli hadislerde de mevlâ Allah’ın isimlerinden biri olarak zikredilmiştir; “Allah bizim Mevlâ’mızdır.” (Buhari, Cihâd, 14, Meğâzî, 17)

Buna göre “mevlâ” kelimesinin sonuna eklenen ve “bizim” anlamına gelen “nâ” zamiri ile birleşerek oluşan “mevlânâ” ifadesi; hem Allah hem peygamber hem de insanlar için kullanılabilir.

Allah için “Mevlana” denildiği zaman “Rabbimiz, sahibimiz”; Peygamber veya insanlar için denildiği zaman ise “dostumuz” veya “efendimiz” anlamları kastedilmiş olur.

Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “Çocuklarınıza güzel isim koyunuz.” (Ebû Davud, Edeb, 69) buyurmuştur.

Çocuklara Allah’ın isimlerini vermeye gelince, hemen belirtmek gerekir ki Allah’a has isimler aynı lafızla çocuklara verilmemelidir. Şayet çocuklara Allah’ı hatırlatacak isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenerek “Abdullah” (Allah’ın kulu), “Abdurrahman”(Rahman’ın kulu), “Abdurrahim”(Rahim’in kulu), “Abdülkâdir”(Kâdir’in kulu) gibi isimler verilmelidir.

Allah Teala’nın “esma-i hüsna”sından “Kerim, Latif, Rauf…” gibi isimler ise Allah’ın dışında kulların da vasıflandığı müşterek isimler olduğundan Allah’a has olmayan bu isimler çocuklara ad olarak verilebilir. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 598)

Bir yerde, bir mekânda bulunmak yaratılmışlara ait bir özelliktir. Allah, yaratılmış bir varlık değil, Yaratıcı’dır.

O hâlde O’na bir yer yahut bir mekân nispet etmek doğru değildir. Allah, varlık âlemini var eden, onların varlığını ve hükümranlığını elinde bulundurandır (Mülk, 67/1). Göklerin ve yerin mülkü O’nundur (Zümer, 39/44).

Göklerde ve yerde ne varsa O’na aittir (Yunus, 10/66). Dolayısıyla Allah’ı, yaratıp idare ettiği ve sahibi olduğu âlemde bir yere izafe etmek sağlıklı bir yaklaşım olamaz. Bazı Selefî âlimlerin “Allah arşı istiva etmiştir.” (Taha, 20/5, Hadid, 57/4) ve “Göktekinin sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz!” (Mülk, 67/16) gibi âyetlerden yola çıkarak Allah’ın gökte olduğu şeklindeki yorumları, çoğunluğa mensup âlimlerce doğru bulunmamıştır.

Zira bu ve benzeri âyet ve hadisler mecazî anlatımlar olup Allah’ın yüceliğine işaret etmektedir. Diğer taraftan güneşin ışığıyla her yerde bulunması gibi Allah da tecelli eden isim ve sıfatlarıyla her yerdedir. Zâtına gelince O bütün idrak ve tasavvurlarımızın ötesindedir. Bize düşen iman ve amellerimizle O’na yönelip ibadet görevimizi yerine getirmeye çalışmaktır.

Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh oluşu, O’nun hiçbir şekilde zaman ve mekânla ilişkilendirilmemesi demektir.

Zira zaman ve mekân mahlûk yani yaratılmıştır. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O yaratılmışlara has özelliklerden münezzeh yani uzaktır.

Biraz daha açarak ifade etmek gerekirse, “mekân” varlık ve nesnelerin bulunduğu yerdir. Söz gelimi bir meyve ağaçta, ağaç bahçede, bahçe bir bölgede, bölge dünyada, dünyamız güneş sisteminde, güneş sistemi galakside, galaksiler uzayda bulunmaktadır. Bunların hepsi mahlûk, yani yaratılmış bir şeydir.

Zamana gelince bu, varlıklardaki hareketliliğin birimsel olarak ifade edilmesi olup varlıktan ayrı bir şey değildir. Sonuçta bu da mahlûk yani yaratılmış bir şeydir. Allah ise her şeyi var eden, yaratandır (En’âm, 6/102). “O gökleri ve yeri yaratandır…” (Fâtır, 45/1)

O hâlde Allah, her çeşit zaman ve mekân kayıtlarından uzaktır.

“Allah’ın evi” terkibinin Arapça karşılığı “Beytullah” olup Kâbe hakkında kullanılan bir ifadedir. “Beyt”ten maksat, Kâbe’dir. “İbrahim ve İsmail’e; ‘Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun’ diye emretmiştik.” (Bakara, 2/125) ayetinde de ev kelimesi Allah’ın zatına izafe edilmiştir.

Kâbe’ye Beytullah (Allah’ın evi) denilmesi, Allah’a ibadet etmek için yeryüzünde yapılan ilk mâbed olması, insanların hidayeti ve putperestliğin yıkılıp tevhid inancının yerleşmesi için gönderilmiş olan Hanif dininin sembolü ve bütün müslümanların namazlarında yöneldikleri yer olması gibi sebeplere dayanır. Allah, “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe) dir.” (Âl-i İmran, 3/96) buyurarak onun şerefini yüceltmiştir.

Allah için ibadete mahsus olan tüm camiler ve mescitler için de “Allah’ın evi” terkibi kullanılır. Nitekim bir hadis-i şerifte; “Yeryüzünde Allah’ın evleri; mescitlerdir. Oraya gelene Allah Teâlâ ikramda bulunur.” buyurulmaktadır (Taberani, Mu‘cemü’l-Kebir, X, 10346).

Bu itibarla “Allah’ın evi” tabirinden Allah için ibadet edilen yer anlaşılmalı, asla Allah’a isnat edilen bir mekân anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah (c.c.) zaman ve mekândan münezzehtir. Yani zaman ve mekânla ilişkilendirilemez. O, bir mekânda olan değil, bütün mekânları kuşatmış olandır.

Zaman ve mekân mahlûk/yaratılmıştır. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O, yaratılmışlara has özelliklerden münezzehtir, yani uzaktır.

Melekler, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan fizik ötesi varlıklardır. Onların gözle ve diğer duyu organlarıyla algılanamaz varlıklar oluşu, inkâr edilmelerine gerekçe olamaz.

Pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyu organlarıyla algılanamayan nice varlıkların mevcudiyetine inanıldığı bir gerçektir. Esasen insan aklı meleklerin varlığını reddetmez, bunu mümkün görür.

Bu konuda, kesin bilgi veren, anlamı açık çok sayıda âyet ve hadis bulunmaktadır. Bunlar meleklerin varlığı konusunda müminlerde hiçbir şüphe bırakmaz. Meleklerin varlığı ile ilgili bazı deliller şöyle sıralanabilir:

a) Bütün peygamberler getirdikleri mesajda meleklerin varlığından söz etmişlerdir; bütün ilahî dinlerde melek inancı vardır.

b) Allah’ın kelamı olduğunda hiçbir şüphe olmayan Kur’an-ı Kerim’de meleklerin varlığına ve özelliklerine ilişkin onlarca âyet bulunmaktadır. (Bkz. Bakara 2/30-34; Hicr 15/28-29; Hûd 11/69-70; Zâriyât 51/24-28; Necm 53/5; Tahrîm 66/6; Fâtır 35/1)

c) Hayatı boyunca hiçbir zaman yalan söylememiş olan Hz. Peygamber pek çok hadisinde meleklerden, onların özelliklerinden ve kimi zaman onları gördüğünden bahsetmiştir. (Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 168; Müslim, Zühd, 60)

d) Yüce Yaratıcı’nın makro ve mikro âlemde yarattığı varlıklardaki eşsiz güzellik ve mükemmelliği görüp değerlendiren ve bu suretle Allah’ı tesbih ederek yücelten özel varlıkların bulunması aklın kabul edeceği bir husustur.

“Değerli yazıcılar” anlamına gelen “kirâmen kâtibîn”, insanların yanlarında bulunan ve onların yaptıkları işleri amel defterine yazmakla görevli bulunan melekler demektir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Hâlbuki sizin üstünüzde hakiki bekçiler ve çok değerli yazıcılar (kirâmen kâtibîn) vardır ki, onlar ne yaparsanız bilirler.” (İnfitâr, 82/11-12) “Hafaza”, “rakîb-atîd” melekleri de denilen bu meleklerin belirtilen yazma görevinden başka ahiret günü hesap sırasında yapılan işlere şahitlik edecekleri de âyetlerde şu şekilde bildirilmektedir:

“Sûr’a üfürülecek. İşte bu, tehdidin gerçekleşeceği gündür. Herkes beraberinde bir sevk edici, bir de şahitlik edici (melek) ile gelir. ” (Kaf, 50/20-21)

Diğer taraftan İslam âlimleri söz konusu meleklerin yazma daha doğrusu kayda alma görevini nasıl yaptıkları konusunda kesin bir şey söylenemeyeceğini beyan etmişlerdir.

Cin, sözlükte “örtülü ve gizli varlık, görünmeyen şey” anlamındadır. İnsanın duyu organlarıyla idrak edilemeyen bu varlıkların mahiyetleri konusunda fazla bir bilgimiz bulunmamaktadır.

Cinlerin varlığı ve mahiyetlerine dair bilgiler ancak vahiy yoluyla bilinir.

Kur’an-ı Kerim’de cinlerin alevli/dumansız, yalın ateşten yaratıldıkları zikredilir (Bk. Hicr, 15/27; Rahmân, 55/15). Ayrıca Kur’an’da “Cin sûresi” adıyla bir sûre mevcut olup, daha birçok âyette ve sahih hadislerde cinlerden bahsedilmektedir. Bu bakımdan cinlerin varlığı gerçek olup her müminin buna inanması gerekir.

Cinler görünmeyen bir boyutta oldukları için onların yaşayış tarzı, insanlarla ilişkileri gibi konularda vahyin bildirdiği dışında kesin yargılarda bulunmak mümkün değildir. Öte yandan cinler “mutlak gaybı” da bilemezler. Zira mutlak gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur:

“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak değneğini yemekte olan bir kurtçuk gösterdi. Süleyman’ın cesedi yıkılınca cinler anladılar ki, eğer gaybı bilmiş olsalardı aşağılayıcı azap içinde kalmamış olacaklardı.” (Sebe’, 34/14)

Zâriyât Sûresinin 56. âyetinde ise, cinlerin de insanlar gibi Allah’ı bilip ona ibadet etmekle sorumlu oldukları belirtilmiştir.

Cinler de insanlar gibi sorumlu varlıklar olarak yaratılmışlardır (Zâriyât, 51/56).

Allah’a inanıp, O’na ibadet eden, iyi amel sahibi olan cinler olduğu gibi insanlara zarar vermek isteyen ve onları iman ve güzel amelden alıkoymaya çalışan kâfir cinler de vardır. Kur’an-ı Kerim’de insan ve cinlerin şeytanlarından söz edilir: “İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar.

Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. O hâlde onları iftiralarıyla baş başa bırak.” (En’âm, 6/112) Bu âyette işaret edildiği üzere şeytan işi amel işleyen cinlere şeytan denmektedir. Şeytanların başı olan İblîs’in cinlerden olduğu Kehf Sûresinin 50. âyetinde şöyle ifade edilir: “Hani biz meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!”

Genel olarak Kur’an-ı Kerim’e, özel olarak da Türkçe meallerini zikrettiğimiz bu iki âyete bakıldığında şeytanların ve dolayısıyla cinlerin kötülerinin insanlara zarar vermek istemeleri öncelikle inanç ve amel bakımındandır. Zira Kur’an’a ve Hz. Peygamberin (s.a.s.) açıklamalarına bakıldığında şeytan ve şeytan işi ameller işleyen cinlerin düşmanlığı ancak insanları aldatmak ve kötülüğe teşvik etmek suretiyle olmakta, maddi ve fizikî bir zarar vermeden söz edilmemektedir. Bunun için Yüce Allah, “Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (Bakara, 2/208) buyurmuştur.

Burada şeytanın adımlarını izlememekten maksadın şeytanların ve cinlerin vesvesesine kapılarak kötü ameller işlememek olduğu açıktır.

Cin sûresinin 6. âyetinde şöyle buyrulmaktadır:

“Doğrusu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazılarına sığınırlardı da, cinler onların taşkınlıklarını artırırlardı.” Bu âyette açıklandığı üzere cinlerin insanlara zarar vermesi Yüce Allah’ın açık ikazına rağmen insanların cinlere sığınıp onlarla iletişim kurma ve medet umma hevesleri yüzündendir.

Bunun için Felak ve Nâs sûrelerinde bu duruma işaret edilerek insanların, cinlerin ve her türlü yaratığın şerrinden ve vesvesesinden her şeyin Rabbi olan Yüce Allah’a sığınmaları teşvik edilmiştir. Bu demektir ki gerçekten Allah’a iman edenler üzerinde şeytanların ve cinlerin hâkimiyeti, bir baskı kurması ve zarar vermesi söz konusu değildir. Şeytanın ve cinlerden şeytanların hâkimiyeti ve zararı sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar için söz konusudur (bk. Nahl, 16/99-100).

Bu bakımdan müminlerin cin ve insan şeytanların her türlü şerrinden ve zarar vermesinden Allah’a sığınması ve onlardan korkmaması gerekir.

Onlara hiçbir şekilde meyletmeyen ve iradesini sadece hak ve hakikat doğrultusunda kullanan kimseler ise cin ve şeytanlardan gelebilecek her türlü etki ve zarardan korunmuş olurlar.

Hafaza melekleri, insanoğlunun yaptığı iyi-kötü bütün davranışlarını kaydeden ve insanı korumakla görevli olan meleklerdir. Bu meleklerin diğer bir ismi de “Kiramen Katibîn”dir. Bununla birlikte hafaza melekleri ile kiramen kâtibin meleklerinin farklı olduğu şeklinde bazı görüşler de bulunmaktadır.

Kuran-ı Kerim’de birçok ayette bu meleklerden bahsedilmektedir:

“Muhakkak sizin üzerinizde koruyucu melekler vardır. Onlar (Allah katında) çok değerli kâtiplerdir. Bütün yaptıklarınızı bilirler” (İnfitâr, 82/10, 11, 12)

“İnsanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır.” (Ra’d, 13/11)

“Yoksa onlar bizim, gizlediklerini ve fısıldaştıklarını işitmediğimizi mi sanıyorlar! Hayır! Doğrusu onların yanındaki elçi meleklerimiz her şeyi kaydediyorlar.” (Zuhruf, 43/80)

“İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve kaydeden) hazır bir melek bulunmasın. Herkes beraberinde bir sevk edici, bir de şahitlik edici (melek) ile gelir. Arkadaşı (melek), “İşte hep beraber olduğum şahıs burada” der. (Kaf, 50/18, 21, 23)

Kur’an-ı Kerim’de, insanların bütün amellerinin tam olarak kaydedildiği, (Nebe, 78/29) bunların kıyamet günü insanlara kendilerinin bizzat okumaları için arz edileceği, (İsra, 17/13, 14) bazı günahkârların “Bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın yaptıklarımızın hepsini sayıp dökmüş!” diyerek hayrete düşecekleri (Kehf, 18/49) şeklinde verilen bilgiler hep hafaza melekleri ve onların görevleriyle alakalıdır.

Hadislerde de bu meleklerin devamlı insanların beraberinde bulundukları, kişinin her zaman yaptığı ibadetlerden aldığı sevapları o kişi hasta olup yapamadığı zamanlarda da yazmaya devam ettikleri, her ikindi ve sabah namazında Allah Teâlâ’ya insanların durumlarını arz ettikleri haber verilmektedir. (Bkz. Buhari, Mevâkît, 16; Ezan, 3; Dârimî, Rikâk, 56)

Allah Teâlâ’nın insanın amellerini melekler olmadan da bilmesine rağmen bu melekleri insanın amellerini yazmakla görevlendirmiş olması farklı şekillerde açıklanmıştır. Her şeyden önce bu meleklerin varlığı, insanın başıboş herhangi bir varlık olmayıp özgür irade ve tercihi ile yaptığı bütün amellerinin önemine binaen kayıt altına alındığı hususunu gözler önüne sermektedir.

İnsana yaptığı amellerin bu şekilde kayıt altına alındığının bildirilmiş olması, esasında insanların amellerinin karşılıklarını alacakları büyük bir din gününe hazırlanmasını sağlama anlamı da taşımaktadır. Hatta şu da var ki hafaza meleklerinin bu şekilde insanların bütün amellerini kayıt altına almaları, ahiretteki hesabın hiçbir haksızlık ya da hataya yer verilmeksizin yapılacak olmasının bir işaretidir. Zira böyle bir şahitlik ve kayıt durumunda insanın amellerini hatırlayamaması, yaptıklarını inkâr etmesi ya da başka bir bahane ileri sürmesi söz konusu olamayacaktır.

İnsanın hafaza melekleriyle gözetim ve koruma altında olduğunu hissedip hiçbir amelinin gizli kalmayacağını bilmesi, onun sağlıklı bir kulluk bilincine ulaşması ve üstün bir ahlaka sahip olmasında önemli bir etkendir. Bir başka açıdan şu da söylenebilir ki hafaza meleklerinin her zaman insanın yanında bulunmaları, hayatın çeşitli zorluk ve korkularına karşı insanı güçlü kılmakta, onu aşırı korku ve birtakım yersiz evhamlardan da korumaktadır.

Sonuç olarak hafaza meleklerini, her zaman insanın beraberinde bulunarak yaptığı iyi-kötü bütün söz, fiil ve davranışlarını amel defterlerine kaydeden, insanı Allah Teâlâ’nın takdir ettikleri dışındaki zararlardan koruyan, kıyamet günü de insana kendisi ve amelleri konusunda şahitlik yapacak olan melekler olarak tanımlamamız mümkündür.

Meleklerin İnsana Destek Olması Nasıl Anlaşılmalıdır?

Melekler, Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıklar içinde görevleri yalnızca ibadet olan ve Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği görevleri yerine getiren, nurdan yaratılmış varlıklardır. Yaratılış mahiyetleri gereği gözle görme imkânımızın olmadığı meleklerle ilgili bilgilerimiz, Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz tarafından bize verilen bilgilerle sınırlıdır. Aşağıdaki ayet-i kerimeler, meleklerin insanlara olan desteklerine dair bize önemli veriler sunmaktadır:

“…önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır.” (Ra’d, 13/ 11)


“…Melekler de rablerinin yüceliğini hamd ile dile getiriyorlar ve yerdekiler için istiğfar ederek onların bağışlanmasını diliyorlar. İyi bilin ki bağışlama ve merhameti sınırsız olan ancak Allah’tır.” (Şûrâ, 42/5)

“Meleklerden Arşı taşıyanlar ve onun etrafında bulunanlar, Rablerine hamd ederek tesbih ederler, O’na inanırlar ve mü’minler için Allah’a şöyle dua ederler: ‘Ey Rabbimiz, rahmet ve ilminle her şeyi kuşattın. Tevbe edenleri ve yolunda gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru. Ey Rabbimiz, onları da, onların babalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanları da, vaat ettiğin Adn Cennetlerine koy. Yegâne gâlip, hüküm ve hikmet sahibi Sensin. Onları kötülüklerden koru. O gün kimi kötülüklerden korursan, ona rahmet etmişsindir. İşte büyük kurtuluş budur’.” (Mü’min 40/7-9)

Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte ise Peygamber Efendimiz (s.a.s) meleklerin insanlara olan desteğinden şu şekilde bahsetmiştir:

“Şeytanın ve meleğin insanın kalbine bıraktığı duygu /hisler vardır. Şeytan kalbe, kötülük ve hakkı yalanlama duygusu atar. Buna mukabil melek, insanı iyiliğe çağıran ve hakkı tasdik etmeye çağıran duygular bırakır. Kim kendisinde böyle iyiliğe çağıran bir his duyarsa bilsin ki o Allah’tandır ve bundan dolayı Allah Teâla’ya hamd etsin. Kim de kendisinde kötülüğe çağıran diğer duyguyu hissederse bilsin ki o şeytandandır ve böyle bir durumda hemen kovulmuş şeytanın şerrinden Allah Teâlâ’ya sığınsın!” buyurmuş, devamında şu ayeti okumuştur: “Şeytan içinize yoksulluk korkusu düşürür ve çirkin şeyler yapmanızı emreder. Allah ise kendinden bir bağışlama ve lütuf sözü vermektedir. Allah her şeyi kuşatmakta ve her şeyi bilmektedir.” (Bakara 2/268; Hadis için bkz: Tirmizi, Tefsir, 3; Nesâi, Tefsir, 46)

Meleklerin bunlara ilaveten savaşlarda Müslümanlara yardımı, manevi destekleri, düşmanları korku ve ümitsizliğe düşürmeleri gibi destekleri de bildirilmiştir. Kaldı ki meleklerin Allah’ın emrine amade olarak verilen görevleri eksiksiz yapmaları yönüyle konuya bakıldığında (Tahrim 66/6) hafaza melekleri gibi özel olarak insanlarla görevli olanların dışında diğer meleklerin de Allah’ın izniyle insanlara her an yardım ve destekte bulunabilecekleri söylenebilir. Dolayısıyla gözle görülmese, mahiyeti ve içeriği tam olarak bilinemese de meleklerle insanlar arasında bir bağın bulunduğu açıktır.

Meleklerin insana olan desteklerini şu başlıklar altında ifade etmemiz de mümkündür:

1. Allah Teala’ya dua edip insanların bağışlanması için istiğfarda bulunmak,

2. İnsanın kalbine iyiliği ilham etmek suretiyle insanın dünyada iyi davranışlar sergileyip doğru tercihler yapmasını istemek,

3. İnsanları, farkında olmadıkları birçok zarar ve tehlikeden Allah’ın izniyle korumak,

4. Allah’ın izni, iradesi ve emri doğrultusunda mutlak olarak yardımda bulunmak.

Meleklerin yardım ve desteklerine dair bilinmesi gereken en önemli husus ise yardımın esasında Allah katından olduğu ve ne meleklerin ne de başka diğer varlıkların Allah’ın izni olmadan hiçbir yardımda bulunamayacakları gerçeğidir. Konuya dair şu ayetler bu

hususu ortaya koymaktadır:

“..O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder. Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.” (Âl-i İmrân 3/ 124-127)

“…Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında, hiçbir işe yaramaz.” (Necm 53/ 26)

Kur’an, ilk peygamber Hz. Âdem’den (a.s.) son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar pek çok peygamberin gelip geçtiğini ve her kavme Allah’ın peygamber gönderdiğini bize haber vermektedir.

Hicr Sûresinin 10. ayetinde “Ey Muhammed! Andolsun, senden önceki topluluklara da peygamber gönderdik.” Nahl Suresi’nin 36. ayetinde “Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah onlardan kimini doğru yola iletti, onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu.

Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” buyrulmaktadır. Bu ayetler tarihî süreç içerisinde Yüce Allah’ın insan topluluklarını peygambersiz bırakmadığını gösterir.

Mü’min Sûresi 78. ayetinde de “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var.” buyurulmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in İsra Sûresi’nin 15. ayetinde “Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edici değiliz.” buyurulmaktadır. Bu ayetten de anlaşılan Allah bütün kavimlere, bütün topluluklara peygamberler göndermiştir. Ancak bunlardan sadece 25 tanesinin ismi Kur’an-ı Kerim’de zikredilmiştir.

Hadislerde gönderilen peygamberlerin sayısının 124.000 olduğunun haber verilmesinden (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 266) hareketle insan topluluklarının bulunduğu her bölgeye Allah’ın peygamber gönderdiği; ancak bunların hepsinin ismini Kur’an’da, Tevrat ve İncil’de zikretmediği hükmüne ulaşılabilir.

Zira Kur’an’da kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmadığı açıkça beyan edilmiştir ( Fatır 35/24; en-Nahl 16/63;Yunus 10/47)

İslam; Allah’a teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmek manasına gelir. Kur’an’a göre İslam; kişinin kendisini yalnız Allah’a teslim etmesi, O’na kul olması ve O’na ibadet etmesi demektir. Tevhidin gereği de budur.

Bu anlamıyla İslam; sadece son peygamber olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği dinden ibaret değil, bütün peygamberlerin getirdiği bir inanç sistemidir. Bu bakımdan insanlığı temel iman esaslarına davet açısından peygamberlerin tamamının vazifesi aynıdır.

Buna göre, bütün peygamberlerin ilk daveti tevhiddir. Çünkü tevhid, Hak yoluna girmenin başlangıcı ve Allah’a inanmanın ilk basamağıdır. Cenabı Hak gönderdiği her peygambere, ümmetini tevhide davet etmesini şöyle emretmiştir: “Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin.’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 21/25)

Hak din, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’le başlamış, Hz. Muhammed ile son bulmuştur. Dolayısıyla Allah’ın peygamberler aracılığıyla farklı zamanlarda gönderdiği dinin esası aynıdır ve hepsine “İslam”, müntesiplerine de ‘‘Müslüman’’ denilmektedir.

Kur’an-ı Kerim bunu açıkça ifade etmektedir:

“Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi.” (Hac, 22/78) “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru Müslüman idi.” (Âl-i İmran, 3/67) ayetinde İbrahim (a.s.) için Müslüman ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca “Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilen ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik.

Onlar arasında bir ayrım yapmayız, biz de Müslümanlarız, deyin.” (Bakara, 2/136)

Aayetinde de peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslam’dan ibaret olduğu ifade edilmiştir. Ancak bugünkü haliyle Yahudilik ve Hristiyanlık peygamberlere indiği şekliyle muhafaza edilemediği için o dinlere bu haliyle İslam denilemez.

Esas itibariyle hak dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat yüce Allah zaman içinde ibadetlerin şekillerinde ve muamelata dair hükümlerde bazı değişiklikler yapmıştır.

Yahudi ve Hristiyanlara gayr-ı müslim denmesi, onların Allah tarafından, İslamın son Peygamberi Hz. Muhammed’e ve onunla gönderilen dine inanmamaları sebebiyledir.

İslam âlimleri Hz. Peygamberin (s.a.s.) nübüvveti esnasında ortaya koyduğu mucizeleri, aklî, hissî ve haberî olmak üzere üç şekilde sınıflandırmıştır. Aklî mucizeye en büyük örnek Kur’an’dır. Çünkü Kur’an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk veren, başkalarının benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları büyük ve ebedî bir mucizedir.

Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:

“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.” (Bakara, 2/23) Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kur’an’ın en büyük mucize olduğunu bir hadisinde şöyle ifade etmiştir: “Bütün peygamberlere, kendi dönemlerinde yaşayan insanların iman edeceği birtakım mucizeler verilmiştir. Hiç şüphesiz bana ihsan edilen en büyük mucize, Allah’ın bana vahyettiği Kur’an’dır.” (Buhârî, İ’tisâm, 1)

Kur’an mucizesi yanında hissî mucize olarak Hz. Peygamberin nübüvvet mührü, Ay’ın ikiye bölünmesi, parmaklarının arasından suyun akması, bir ziyafet esnasında zehirlenmek istenince olaydan haberdar olması, bir hurma kütüğünün teessürünü inilti şeklinde duyurması vb. örnek olarak verilebilir.
Haberî mucizelere de Hz. Peygamberin (s.a.s.) Mekke’nin fethi ve meydana gelecek savaşlar hakkında, henüz vuku bulmadan önce verdiği haberler örnek olarak gösterilebilir.



Sözlükte “değer”, “kıymet” gibi anlamlara gelen “kerâmet”, dinî bir kavram olarak peygamberlik iddiasıyla ilgisi olmaksızın salih amel sahibi bir müminde meydana gelen olağanüstü hâl demektir. Şayet bu hâl kendisinde meydana gelen kimse salih amel sahibi biri değilse, o olağanüstü hâle “istidrâc” adı verilir.

“Kerâmet zâhir olur, izhâr edilmez” yani Hakk’ın dilemesi ile meydana gelir; isteğe bağlı olarak gösterilemez. Bir müminin veli olması için bu tür kerâmet göstermesi şart değildir. Akaid kitaplarında “kerâmet haktır” şeklinde bir hüküm vardır.

Bunun anlamı veli bir kimseden kerâmet sadır olabilir, demektir. Dolayısıyla keramet, takva sahibi kimselere Allah’ın bir ikramı olarak görülmelidir.

“Ahir zaman”, dünya hayatının kıyamet kopmadan önceki son dilimi anlamında kullanılan bir kavramdır. İslam inancına göre, âlemin başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Ancak bu sonun ne zaman gerçekleşeceğini bilmek insanın bilgisi dışındadır.

İnsanın ömrü gibi âlemin ömrünü belirleme hususundaki bilgi Cenab-ı Hakk’a aittir. Kur’an-ı Kerim’de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir: “Kıyametin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz …” (A’raf, 7/187);

“Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek, ancak Allah’a aittir.” (Lokmân, 31/34) Diğer taraftan Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra elçi gönderilmeyeceği için ona “ahir zaman peygamberi”, ümmetine de “ahir zaman ümmeti” denmiştir. Bu anlamda biz ahir zamanda yaşamaktayız.

Berzah, sözlükte “iki şey arasındaki engel, perde ve ayırıcı sınır” demektir.

Dinî ıstılahtaki karşılığı ise, “ölümden sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişe kadar devam edecek olan kabir hayatı”dır. “Onların önlerinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/100)

Ayetinde de geçen “Berzah” ile kastedilen budur. Buna göre ölen herkes berzah âlemine girecektir.

Bir mümin ne kadar sıkıntı çekerse çeksin ölümü temenni etmemelidir. Çünkü sıkıntılar da ilahî imtihanın bir gereği olup sabreden insanlar büyük ecir kazanır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan ötürü ölümü asla temenni etmesin. Şayet ölümü istercesine olağanüstü bir darlık içinde kalırsa, o zaman şöyle desin: ‘Allah’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, benim için ölüm hayırlı olduğu vakit de beni öldür.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Ölüm sebebiyle bir insanın üzülmesi, hüzünlenmesi, kederli bir hâl alması normaldir. Hatta acısını açığa vurup sessizce ağlaması ve gözyaşı dökmesinde bir sakınca yoktur.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de oğlu İbrahim’in, kızının ve kızının çocuğunun vefatlarında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak sessizce ağlamıştır. (Buhârî, Cenâiz, 43)

Bunun yanında Allah’ın takdirine karşı çıkmanın ve cahiliye döneminde olduğu gibi yaka-paça yırtarak ağlamanın doğru olmadığını da beyan etmiştir.

Nitekim Hz. Peygamberin (s.a.s.) küçükken vefat eden oğlu İbrahim’in ardından “…göz ağlar, kalp üzülür, fakat Rabbimizin razı olmayacağı söz söylemeyiz” (Buhârî, Cenâiz, 32, 42, 43) buyurması bu konuda müminler için bir örneklik teşkil eder.

Hiç kuşkusuz tüm günahların en büyük kefareti içtenlikle yapılan tövbedir. Yüce Allah içtenlikle yapılan bir tövbe (Tahrîm 66/8.)ile tüm günahları bağışlar. (Zümer 39/53.)

 Elbette sabırla ve tahammülle göğüslenen sıkıntılar için ahirette büyük ecir vardır. Çünkü Allah (c.c.) sabredenleri müjdelerken bir kayıtta bulunmamıştır. (Bakara 2/155.) Bu durum onların ecirlerinin sınırsız olduğunu göstermektedir.

Kader ve kaza, iman esaslarından söz eden âyetlerde (Bakara, 2/177, 285; Nisa, 4/136) zikredilmemiştir.

Ancak her şeyin Allah’ın takdirine bağlı bulunduğuna işaret eden âyetlerin yanı sıra ilahî ilmin olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları kuşattığını belirten âyetlerde de bu esas vurgulanmıştır.

Bu âyetlerin bir kısmında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“…O’nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir.” (Ra‘d, 13/8); “…Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir.” (Furkan, 25/2); “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez…” (Tevbe, 9/51)

Bu âyetlerden başka Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, -kulun tercihi ile irtibatlı olarak- dilediğini dalâlette bırakıp, dilediğini hidâyete erdirdiğini, insanların ölümlerini O’nun takdir ettiğini bildiren âyetler de (bk. Zümer, 39/62; Sâffât, 37/96; A`râf, 7/178; Vâkıa, 56/60 vb.)

kapsam açısından kâinatta her şeyin belli bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da Allah Teala tarafından belirlendiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Cibrîl hadisi” diye bilinen hadiste, kaderi, iman edilmesi gereken şeyler arasında saymıştır.

Bu hadise göre Cebrâil (a.s.), peygamberimize, “İman nedir?” diye sormuş, o da, “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır.” (bk. Müslim, Îmân, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 9) cevabını vermiştir.

Ehl-i sünnet âlimleri belirtilen âyetler ve Hz. Peygamberin hadisleri çerçevesinde kader ve kazaya inanmayı iman esaslarından saymışlardır.

“Hayır ve şer Allah’tandır” demek, bunları yaratanın Allah olduğunu dile getirmektir. Çünkü Yaratıcı Allah’tır ve O’ndan başka yaratıcı yoktur. İşin kula bakan yönü ise hayrın ve şerrin kulun cüzi iradesi ile tercih edilmiş olmasıdır. Bundan dolayı da insanlar hayır ve şer, iyi ve kötü bütün davranışlarından sorumludur.

“Âmentü” esaslarında ifade edildiği üzere her Müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanır. Yani âlemlerin yaratıcısı olan Allah Teala hayrı da şerri de külli irade ile diler ve yaratır. Çünkü âlemde her şey O’nun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde O’ndan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur.

Ancak Allah’ın hayra rızası vardır, şerre ise rızası yoktur. Hayrı seçen mükâfat, şerri seçen ceza görecektir. Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah’ın yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah, kulların kötü fiilleri yapmalarından hoşnut olmaz ve şerri de emretmez.

İslam âlimlerine göre, Allah’ın şerri irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer işlemesi ve şerri tercih etmesi kötüdür ve çirkindir. Mesela usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riayet ederek çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan hayranlığı belirtmek için “ne güzel resim yapmış” denilir. Bu durumda resmi yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir.

Yüce Allah, mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. O’nun şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye, Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir.

Dünyada şer olmasa hayrın manası anlaşılamaz, bu dünyanın bir imtihan dünyası olmasındaki hikmet gerçekleşemezdi. Şer, Allah’ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta olmak ya da daha kötü bir şerri defetmek için yaratılmıştır.

Allah’ın kudreti ile meydana gelen her işte gerek birey gerek toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bizim şer veya hayır olarak gördüğümüz her şey sonucu itibariyle gördüğümüz gibi olmayabilir. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara, 2/216)

İnsan, kaderinin ne olduğunu bilmemektedir. Dolayısıyla insana düşen Allah’ın verdiği akıl, irade ve imkânlar çerçevesinde görevlerini en iyi şekilde yapma gayret ve şevki içinde olmaktır. Allah’a bakan yönüyle ise kader O’nun olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir. Esasen O’nun her şeyi bilmesi, O’nun mutlak ulûhiyetinin gereğidir. Bu açıdan bakıldığında kaderin değişmesinden söz etmek Allah’ın ilminin değişmesinden söz etmek demektir; bu ise mümkün değildir. Dolayısıyla kaderde değişme bahis konusu olamaz.

Ancak bazı İslam âlimleri Allah’ın dilemesi hâlinde kaderin değişebileceğini söylemişlerdir. Onlara göre, kader, Allah’ın takdiri, kaza ise bunun gerçekleşmesidir. Bazen Allah, kuluna lütufta bulunarak takdir ettiği hükmü gerçekleştirmeyebilir.

Kaderin değişebileceğini belirten âlimler kaderi, kader-i mutlak (değişmez kader) ve kader-i muallâk (şarta bağlanmış kader) diye ikiye ayırmışlardır. Değişmenin ilkinde değil, ikincisinde yani şarta bağlı kaderde olabileceğini kaydetmişlerdir. Onlara göre, sadakanın belayı def edeceğini, sıla-i rahim yapmanın ömrü uzatacağını belirten hadisler bunu teyit etmektedir.

Esasen, Allah’ın ezeli ilmi bağlamında düşünüldüğünde, bu ikinci kaderde de bir değişikliğin olmadığını, zira Allah’ın, şarta bağlı konularda da kulların nasıl davranacaklarını bilerek kaderi belirlediğini söyleyebiliriz.

Bela ve musibetleri üç grupta değerlendirmek gerekir:

a) İnsan iradesinin söz konusu olmadığı bela ve musibetler (doğal afetler gibi).

b) İnsan iradesinin kısmen söz konusu olduğu bela ve musibetler (kısmen kabahatli olunan trafik kazaları gibi).

c) İnsan iradesinin söz konusu olduğu bela ve musibetler (alkollü araç kullanarak sebebiyet verilen kazalar, dikkatsizlik ve tedbirsizlik sonucu maruz kalınan hastalıklar gibi).

Bu sayılanların hepsi Allah’ın takdiri iledir. Mümine düşen ise, kaderini bilmediğinden dolayı her çeşit bela ve musibete karşı tedbir almak, bunlara maruz kalınması durumunda ise sabredip kadere inanarak teslimiyet göstermektir.

Şunu unutmamak gerekir ki Allah sonsuz rahmet ve inayet sahibidir. Dolayısıyla musibete maruz kalan bir kimseyi, sabretmesi kaydıyla büyük mükâfatlara nail kılacaktır. Ayrıca Allah insanları imtihan ettiği için, dilerse birtakım bela ve musibetler verebilir. Nitekim

Hz. Peygamberin (s.a.s.) haber verdiğine göre tarih boyunca en büyük sıkıntılara peygamberler ve salih insanlar maruz kalmıştır (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 173). İnsanlar bu durumda kulluklarının gerektirdiği tutum içinde olmalıdırlar.

Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insanın, “Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, ben ne yapayım?” diyerek günah işlemesi uygun olmayacağı gibi, günah işledikten sonra da kaderi bahane ederek kendisini suçsuz sayması da doğru olmaz.

Kul sorumluluk doğuran fiilleri irade edendir ama yaratan değildir; zira yaratmak Allah’a mahsustur. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah, her şeyin yaratıcısıdır.” (En’âm, 6/102) buyrulmaktadır. Her şeyin yaratıcısının Allah olması, bizim sorumluluktan kaçarak kötü ve yanlış işleri Allah’a havale etmemize yol açmamalıdır. Bu, kaderi istismar etmek olur.

Ayrıca kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslam’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Zira, Allah, her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratır. Bu ilâhî bir kanundur ve kaderdir.

Sonuç olarak insanların, “Ben ne yapayım, kaderim böyle” demesi doğru değildir. İnsan, Allah’ın sorumluluk yüklediği alanda özgür bırakıldığı için inancından ve yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir.

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön